1 Ocak 2013 Salı

ahkam kesmeye devam...

tekrar selam Dostlar,

sanat konusunda da ahkam keserek başlayalım;

sanatın tanımı nedir? başat biçimci, kurumsal, neo-wittgenstein gibi bir çok tanımı var sanatın. ama bana ilk başlarda en uygun geleni sanatın, duyguların (ve düşüncelerin) dışa vurumu olduğu görüşü idi. gerçektende ne/kim için yapıldığını da bir kenara bırakalım, resim, müzik, heykel, edebiyat, tiyatro, dans, mimari ya da sinema, sanatçının amacı bir mesaj vermek, bununla ölümsüzleşmek değil midir?

bana ilk başta yakın gelen, 1938 tarihli "sanatın ilkeleri" adlı kitapta yer alan dışa vurumcu görüşün bile sonraları yetersiz bulunması, sanat ve zanaat ayrımı ve diğer polemikler beni başka bir noktaya getirdi. özellikle İTÜ'de okurken seçmeli ders olarak aldığım sanat tarihi derslerini ve bunları tartıştığımız taşkışla'nın muhteşem havasını hala büyük bir keyifle hatırlıyorum.

bu gün görüyor ve anlıyorum ki sanat aslında iletişimdir. bu gün bir başka alanda profesyonel olarak faaliyet gösterdiğim telekom sektöründeki var oluşum belki bunun bir yansımasıdır. zira hem sanat, hem reklamcılık, farklı seviyelerde, doğduğumdan beri içinde olduğum iki kavramdı.

gerçekten de ister sanatçı, ister zanaatçı olsun, icracı ya da yaratıcı, aslında duygu ve/veya düşüncelerini, erkini ve kudretini en mükemmel şekilde dışa vurmak, mesajını iletmek, imzasını atmak, anlaşılmak ve hatta takdir edilmek ister.

bütün dinlerin kaynağı ve varoluşun sebebini bile biraz derin düşünüreniz bu görüşte bulabilirsiniz. yaratanı varolan en  büyük sanatçı olarak kabul edemez miyiz?

bu bakış açısı ile aslında iletişimin ve sanatın tam bir yumurta-tavuk ilişkisi içinde olduğunu da görüyoruz.

bu durumda bir sanatçının bir iletişimci, bir iletişimcinin de bir sanatçı olduğunu ya da olması gerektiğini söylemek yanlış olmaz.

ailemin sanatla olan yolculuğuna kısaca değinmek gerekirse; rahmetli anneannemin bir kaç kez basılan oto-biyografisi ile resmiyet kazanan yazarlığı, bir parçası olmaktan gurur duyduğum Kocamemi ailesindeki sayısız ressam, yazar ve şairler, bir önceki nesilde mimarsinan'dan mezun olan teyzem ve burada tanışıp evlendiği rahmetli eniştem, onların şimdi bir ajans ortağı olan grafiker oğlu, Istanbul'un ilk reklam ajanslarınan birinin kurucusu olan babam, bir başka ajansta çalışmakta olan sevgili kardeşim, bir müzisyen olma potansiyelini heba eden, zamanında 3 enstürman çalan annem...

biraz daha geriye gidince hem sanat, hem siyaset, hem tarihle iç içice bir aile. Osmanlı'nın ilk maarif nazırı (Eğitim Bakanı)  olan, anneannemin büyük büyük dedesi olan Abdurrahman Sami Paşa aynı zamanda şair, 7 oğlundan biri olan Sami Paşazade Sezai ilk türk romancı, diğer (bizim büyük dedemiz olan) oğlu kendisi gibi maarif nazırı olan Albullatif Suphi Paşa ve onun oğlu Cumhuriyetin ilk milli eğitim bakanı GSL mezunu Hamdullah Suphi Tanrıöver. Hamdullah Suphi, aynı zamanda ilk Türk nümismatıdır. aynı zamanda Türk Ocaklarını kapandıktan sonra tekrar açmış ve 34 yıl başkanlığını yapmıştır. ilginç bir hikayesi vardır.

yakın tarihimizde ailemin yerine kısaca değinmekten başka detaya girmeyeceğim. kendi araştırmalarım, aile fertlerimin yazdığı yakın tarihle ilgili kitaplar, onlarla ilgili yazılan kitaplar ve yayınlar ve diğer konular da şimdilik bu kadarla kalsın. ararsanız rahatlıkla bulursunuz.

peki ben ne yaptım sanat adına?

babamın GSL'den sınıf arkadaşı olan, hem Beşiktaş hem Kadıköy Konservatuarlarında gitar hocalığı yapan, hocaların hocası olarak da bilinen, senelerce konservatuarlarda kitapları ve metodları okutulan rahmetli Ertan Birol ile 3 yıla yakın bir süre birebir çalışma şansı yakaldım. kendisi ile klasik gitar ve flamenko çalışırken, bir başka üstat, yine GSL'den aynı dönemden Afif Tekir ile de latin ritmleri çalıştım.

yatılı okul, zaman bol. 3 yıl boyunca haftada 4-5 gün, günde 2-3 saat çalışmak, beni hızla iyi bir seviyeye getirdi. ilk senemi doldurduğumda, ilk "GSL kültür şenliği"mde, ilk klasik gitar konserimi verdiğimde sene 1989'du. Sevgili Ufuk ile beraber sıra ile sahne aldık ve ilk finalim "Adelita" ile oldu.

daha sonra çeşitli gençlik ve sanat festivallerinde, bir çok lise ve üniversitenin yanı sıra Maçka G Anfisi, CRR, CKM, Aya İrini gibi sahnelerde de solo klasik gitar konserleri verdim. bence bizim neslin en iyi klasik gitaristi sevgili Özgür Arıca ile defalarca sıra ile aynı sahneyi paylaştım. 20'yi aşkın konser verdim.

bu konserlerde, dünyaca ünlü gitaristlerin neredeyse tamamının CD'lerinde yer alan Francisco Tarrega'nın La Grima, Adelita, Marieta gibi mazurkalarının yanı sıra, Recuerdos de la Alhambra ve Capricio Arabe gibi eserlerini, Scarlatti'nin sonatlarını, Barius'un Cathedral'ini, Bach'ın bir çok eserinin yanı sıra aslında keman için yazılmış olan G minor Fugue'ü gibi oldukça ileri seviye eserlerini, ve hatta son konserlerimden birinde Carlo Domeniconi'nin muhteşem eseri Koyunbaba'yı da baştan sona icra etmeye çalıştım. parçanın hikayesi çok ilginçtir, bir gün yazarım. Bach'ın G Minor (D minor'a transkripte edilmiş olan) Chaconne'una da kafayı taktım, 2 yıl çalıştım ama maalesef bitiremedim. o dönemde dünyada (bilinen) sadece 3-4 gitarist bu eseri konserde çalabiliyordu.

bir konser kaydım bile vardı ama maalesef kaybettim.

ancak zaman beni bir yol ayrımına getirdi. lisenin 4 yıl olduğu o dönemlerde, 1990 senesi lise son sınıfa geçerken öyle bir seviyeye gelmiştim ki, sadece pratiğimi koruyabilmek için bile günde 2 saate yakın egzersiz yapmam gerekiyordu. zira konservatuara fark derslerini vererek girmeyi istiyordum. ama ÖSS ve ÖSYS zamanı da gelmişti ve o da çok yoğun çalışma gerektiriyordu.

ve bir karar vermem gerekti.

daha o zamanlar hayatla ilgili hedefimi, mutlu ve huzurlu bir aile kurmak olarak koymuştum. sistemin gereklerini farkedecek yaştaydım ve maalesef gitarla karın doymuyordu o zamanlar. 80'li yıllar ve popüler trendler maalesef sanat ve sanatçıyı uzun süre aç bıraktı. hala Barış Manço'nun youtube'daki 82 senesi klibi dönenceyi seyreder, o zamanların o muhteşem kurtalan ekspress'inin üyeleri ve o dönemin muhteşem gerçek sanatçıları ne yer, ne içer, ne yaşar merak ederim. ben de mecburen gitarımı bir kenara bıraktım ve sınavlara odaklandım. sonrasında da bir daha müzik konusunda ilerleme şansım olmadı.

Ama hem konserlerimdeki başarı, hem de Ertan Abi'nin artık yetişememesi sebebi ile bana yönlendirdiği öğrenciler sayesinde daha uzun yıllar giriş ve orta seviyesinde klasik gitar, solfej ve sınırlı bir seviyede armoni dersleri verdim. hatta komiktir, ismini yazmayacağım ama meşhur popçu  gruplardan birinin dersanesinde eğitmenlik yaptım, uluslararası çapta ün yapmış bir popçumuzdan teklif aldım. George Moustaki ile birlikte kısacık bir sahne deneyimim oldu. Moustaki'nin o gün çaldığı ilk gitarım olan Antonio Sanchez hala bendedir, hala çalarım.

Sanatla olan ilişkim tabii ki bu kadarla sınırlı değil. senelerce severek uğraştığım hobilerimden birisi de maketçilik.

yakın tarih olan ilgimin bir çok sebebi vardır. bunlar iç içedir. mesela en çok sevdiğim sinema filmleri arasında, savaş sanatlarına da olan ilgimle yakın alakalı olarak savaş filmleri var. tarihteki neredeyse tüm önemli savaşları öğrenmeye, anlamaya çalıştım. ama maketçilik adına da en güzel makineler WWII uçak, tank ve gemileri idi.

bu gün öyle sanıyorum ki Türkiye'deki en büyük WWII savaş uçakları koleksiyonuna sahibim. maalesef henüz büyük bir kısmını yapamadım ama 20'nin üzerinde WWII savaş uçağı maketi yaptım. bunlar, tüm detayları ile uçtukları gibi ve hatta yarışmaya katılacak detay ve seviyede yapıldı. 100'e yakın uçak da yapılmayı bekliyor. bunlar alman, amerikan ve ingiliz uçakları. bir gün biterlerse başta japon uçakları olmak üzere (ki 2 tane zero yaptım) diğer WWII uçaklarına da gireceğim.

bu maketlerin bazılarının resimleri facebook sayfamda yer alıyor.

şimdi de sinemaya olan ilgime de değinmek istiyorum. sinemaya olan sevgim yine GSL'deki güzel sinemacı abi ve kardeşlerimden geliyor. o zamanlar ne DVD, ne ev sineması. sadece betamax kasetler, maks 70 ekran TV'ler, ses sistemi falan yok. ama Tevfik Fikret Salonu muhteşem. sene sonu geleneksel kültür şenliğimiz için en güzel filmleri kapıp getiren, gösteren ve arkasından da yönetmeni, oyuncusu, prodüktörü ile söyleşisini yapan bir ekip. Rahmetli Yetkin abinin ruhu şad olsun.

hiç unutamam, festivalde o zamanların en güzel filmlerinden Muhsin Bey ve akabinde Şener Şen, Uğur Yücel ve Yavuz Turgul ile söyleşi. tabii bunun için sinema ekibi ile birlikte bizden 2 dönem büyük sevgili Mehmet'in (Turgul) de emeği büyük ;)

aynı dönemde yine iz bırakan bir başka GSL kültür şenliği filmi; cinema paradiso.

1998'de ev sineması olayı ayağa kalkmaya başladığında ilk defa basit bir sistem kurdum odama. 70 ekran bir TV, bilgisayar ve creative'in 5.1 ses sistemi (350 USD falandı)

sonrasında 2001'de kendi evime çıktığımda 200 kadar filmim vardı. ama ilk hi-tech sistemimi kurmuştum. ilk denonlarım ve halen kullandığım Focal'ler, bence hala en iyi A/V ev sineması sistemleri. bu evde geçirdiğim 10 yıl, bu sisteme tek ilave TV tarafından geldi. ilk Full HD 55" geldiğinde bir çok filmi tekrar izledim. bu arada film arşivimdeki filmler de 5000 adedi aşmıştı.

bu gün artık filmlerimizi Denon'un 4810 A/V receiver'ı (11.3) üzerinde çalışan 3D Full HD wireless bir projektör ile 130" bir ekranda seyrediyoruz. her türlü müzik, resim ya da diğer içerikleri kablosuz şekilde tüm evde paylaşabilmek, telefonlar ve tabletleri bunlarla konuşturabilmek işin teknolojik parayla satın alınabilen tarafı.

asıl önemli olan arşiv.

zira bu arşivde sadece popüler sinema filmleri ve IMDB top 250 filmleri yok. 1998'de başlayan maceranın bu günkü sahnesinde, gördüğünde Sinan Ç'i bile kızdıran bir koleksiyon oluştu artık. özellikle criterion collection serisinin 600 küsur filmi, eksiksiz şekilde yer almakla kalmıyor. bunların tamamı first print, OOP parçalar. ilk 400'ü bir kaç sene önce amerika ebay'de 40.000 USD'ye giden, dünya sinemasının gömülü hazinelerini, ödüllü festival filmlerini de içeren bir koleksiyondan bahsediyorum ki Türkiyede eksiksiz bir CC serisi en fazla bir elin parmakları kadar insanda bulunur. zira bazı first printler tüm dünyada sadece bir kaç yüz tane basıldı, ebay'de 3000 USD'ye giden filmler oldu.

peki neden alıyorum bu filmleri? indersene be adam?

çünkü amaç sadece filmleri seyretmek değil. bir filmin tüm materyalleri, hikayesi, kamera arkası, yönetmenin kurgusu, röportajlar, anlaşılamamış noktalar, cevapsız sanılan soruların cevapları ve en önemlisi artwork'ler. şimdi bir de BD live ile interaktif özellikler geldi.

sinemanın güzel taraflarından birisi de, ilgili coğrafyanın tarihini, ruhunu ve gerçeklerini en güzel şekilde aktarabilmesidir. mesela 70'li yıllarda çekilen eski istanbul filmlerindeki güzellik biraz da bundan değil midir?

Dolayısı ile tarihi bize taşıyan en değerli ve en gerçek belgeler, sinemanın da arasında bulunduğu bu sanat eserleridir.

sadece sinema adına; mesela yeni dalga (nouvelle vague) yönetmenlerinin birçoğu dönemi değiştiren toplumsal ve siyasi değişimlere filmlerinde yer vermiş; kurgu, görsel biçim ve sinematografik anlatımlarındaki farklılıklarla muhafazakar paradigmadan kesin bir kopuş sergilemişlerdir. Yeni Dalga yönetmenlerinin çoğu film eleştirmenliğinden gelmektedir. Her film yeni bir roman gibi tüm uylaşımlardan bağımsız bir şekilde oluşturulur. Her film ayrı bir sanat manifestosu, ayrı bir sinema kuramı gibi oluşturulmuştur.

işte bunları internetten okumak yerine özellikle Truffaut ve Godard'dan dinlemek, ayrı bir güzellik.

belki de bu koleksiyon, sevgili kardeşim Billur'un da Notre Dame de Sion'dan sonra Fransa'ya gidip sinema okumasına, 3 yılda ünversiteyi bitirmesine, sonrasında bir çok büyük yapımda görev almasına ve şu an bir ajansta çalışmasına sebep olmuş olabilir.

bir başka konu da resim ve edebiyatın buluştuğu çizgi romanlar.

çizgi romanlar aslında bölgesel özellikler gösterir. her kültürün bir alt egosu olarak karşımıza çıkar ve kendi kahramanlarını yaratır. avurpalı çizerlerin başta Zagor, Teks ve Mister No ile western'e liderik etmesi, amerikalıların ise süper kahramanlar fabrikasının işçileri olması bunu göstermez mi?

ben size tek bir örnekle bu iki farklı coğrafya ve kültürün nasıl bağlandığını, sanatın evrenselliğini ve sanatçının okyanusları nasıl geçtiğini göstermek istiyorum.

60'lı yıllarda başlayan ve günümüzün en çok sevilen çizgi roman kahramanlarından zagor'un bilinen en keyifli maceraları, sıklıkla karşımıza çıkan dostları ve düşmanları ile ilgilidir. bunlara uzun uzun girmeyeceğim. ama italyan yazar Ferri'nin amerikalı kahramanı zagor'un korku türündeki klasik maceralarına bakarsanız, ilk kez 35.ciltte karşımıza çıkan vampir baron bela rakosi'nin tipi, 1931 Universal yapımı Dracula'yı oynayan Bela Lugosi ile aynıdır. isimleri bile benzer.

aynı stüdyonun 1941 yapımı wolfman'i ise, aynı görüntü ile yine 5. cildinde zagordadır. filmde yer alan Prof. Talbot, aynı isimle zagorda kurtadamın kendisidir.

yine aynı stüdyonun 1954 yapımı creature from the black lagoon'u da 68.ciltte karagölün canavarı olarak çıkar karşımıza. tamamen aynı görüntü, aynı figür ile. Zagordaki bir başka yaratık Molok ise, frankenstein'ın neredeyse aynısıdır.

Amerikan yapımı iyi tanıdığımız diğer çizgi kahramanlardan ülkemizde de en popüler olanları ise kızılmaske ve mandrakedir. ben nedense örümcek adam ve süpermen'ci olamadım hiç.

çok övündüğüm koleksiyonlarımdan biri de işte bu çizgi romanlardır. 70-80'li yıllara damgasını vuran bu 5 seri haricinde gordon, mini ringo, redkit, tintin ve asteriks'in de orjinal tam takımları, oldukça iyi bir kondisyonla çalışma odamda yer almaktadırlar.

bu çizgi romanlar sayesinde, mesela kuzey amerika yerlilerinin kabilelerini ve yaşamlarını, 19.yy amerikan tarihini, 1960'ların güney amerikasını, aynı dönemlerin afrikasını ve bunlarla ilgili bir çok ilginç hikayeyi keyifle öğrenme imkanı buldum. zira bu eserleri yaratanlar, hikayelerini yazmadan önce bir gazeteci gibi çalışır ve bir çok zaman gerçeklere dayanırlar.

bir sonraki yazımda da işte bu birikimlerim üzerine sadece ailemde yaşayan 3 ajans sahibi/mensubu kişinin değil, bir şekilde yolumun kesiştiği mesleğim, öncesindeki gazete-dergi-TV maceram, 2 yıl çalıştığım babamın ajansında yaşadıklarım ve kendi iletişim/reklamcılıkla ilgili hikayemi anlatacağım.

ya da şöyle diyelim; iletişimle ilgili ahkam keseceğim...

Ahkam kesmek...

Selam Dostlar,

uzun zaman oldu yine yazmayalı ama inanın son 2 yıldır çok meşguldüm. bir taraftan iş hayatımda köklü bir değişim, zor ama keyifli bir "yeni operatör" deneyimi, bir taraftan eşim Lelani ile sevgili oğlum Alp'in ilk 2 yaşı, hayatımda başka bir şeye yer vermek istemedim doğrusu. tüm zamanımı ve enerjimi çok sevdiğim aileme ve işime ayırdım.

kendimi bildim bileli, herhengi bir konuda bir şeyler ilgimi çeker ve yapmak ya da denemek istersem, kendime hep aynı soruyu sorarım; bu işe ne kadar zaman ayırabileceksin?

zira bir şeyleri denemek için yapmak bana göre bir şey değil. hayatımın her anında yapabileceğim, hatta yapmam gereken bir sürü şey varken neden yeterince derinleşemeyeceğim bir başka konu ile hayatımı, odağımı biraz daha dağıtayım?

zira benim için önemli ve keyifli olan, bir şeyleri denemek değil, hakkını verene kadar çalışmak, belirli bir seviyede bir şeyleri başarmak. inanın, yapmak istediğiniz her ne olursa olsun, ister sanat, ister spor, ister ilim, ister insan ilişkileri, biliyorum ve inanıyorum ki,
  • fiziksel, zihinsel ya da psikolojik bir engeliniz yoksa,
  • doğru bir disiplinle,
  • yeterli zaman ve gayreti harcayarak,
  • ve yakın çevrenizden de gerekli desteği aldığınızda,
her şeyi tatmin edici ve takdir görecek bir seviyede başarmak mümkün. ama unutmayın, gerçekten başarmak için kan, ter, gözyaşı dökmek, uzun süre, ciddi mesai harcamak ve azmetmek gerekiyor.

ben bu 2 sene, işimde ve ailemde bir şeyleri başarmak istedim. bunun için elimden geleni yaptım ve kendi adıma da başarılı oldum diye düşünüyorum. 

bu yazımda size kısa özgeçmişi başlıklar halinde aktarmaya ve "ahkam kestiğim" konulardaki görüşlerimin nasıl oluştuğuna dair bilgi vermeye çalışacağım. yazacağım her şey, bunları birlikte yaşadığım kişiler, hocalarım ve öğrencilerim tarafından teyit edilebilir niteliktedir.

4 yaşımda yakalandığım astım-bronşit, hayatımın ilk 35 yılına damga vurdu. özellikle allerjik bünyem ve nefes darlığım, sıradan bir çok insanın yapabileceği bir çok şeyi yapmama engeldi. bir çok tedavi gördüm. onlarca (belki yüzlerce) iğne oldum. ama sonunda bir doktorun tavsiyesi ile işi "spor ve zamana" bırakmaya karar verdik ailecek. zira doktorun söylediğine göre gençlik döneminde yeterince efor sarfedersem bu illeti yenmeyi başaracaktım.

bu sebeple ahkam kestiğim konulara SPOR ile başlıyorum...

ilk başladığım iki spor kayak ve yüzme oldu. ilk okul yıllarında GS Kalamış tesislerinde bir kaç sene yüzdüm, lisanslı yarışçı oldum ve nacizane bir kaç yarışta dereceye bile girdim. aynı şekilde kayağı da Uludağ Beden Terbiyesi'nin, dönemin tek yetkili yatılı kayak okulu kamplarında öğrendim. ve hayatım boyunca yapmaktan zevk alacağım 2 spor, hayatıma ciddi bir renk ve sağlık kattı.

lise son sınıfta Avusturya Lisesi Kayak takımını görüp gıpta edip, GS Lisesi kayak takımını kurmaya karar verdim. GSL Vakfı ve Lise idaresinin de desteği ile (sevgili Bener abiyi ve Necati Hoca'yı saygıyla anıyorum) GS Lisesi'nin ilk kayak takımın kurdum. ilk sene ben de yarıştım ve basit 1-2 derece de aldım :)

tam 4 sezon aralarında GSM sektöründe ve özellikle MMA'de iyi tanınan sevgili kardeşim Melis'in de yer aldığı lise takımına antrenörlük yaptım. şu an birlikte çalıştığım, o zamanların nefis kayakçısı, bir başka Melis, Melis Orhon'la olan arkadaşlığımız da aslında o döneme dayanır.

30 yıldan fazla süren ve sürecek olan bu konuda sonrasında çeşitli vesilelerle başka hocalıklar da yaptım. hatta Erzurum Laleli bölgesinde askerliğimin 2 ayını kar komandolarına (ve hafta sonları subay ailelerine) çeşitli eğitim vererek geçirdim.

bildiğiniz gibi GSL hayatıma en büyük iz bırakan dönem ve kurum oldu. bu dönemde liselerarası dünya şampiyonasında ikinci gelen abilerimizin de etkisi ile basketbola merak sardım. 4 yıl hem orta/lise, hem yıldız takımda, deplasmanlı ligde basket oynadım. burada da bir çok başarıya imza attık. profesyonel ligde GS A tkım dahil bir çok takımda hocalık yapan Okan Çevik ve Murat Özyer'in ilk antrenörlük günlerine denk gelen bir dönemdi ve bu dönemde bir süre benim de koçluğumu yaptılar. bu dönemde sonraki yılların bir çok milli basketçisi ile abi - kardeş basket oynama şansını elde ettim.

başlangıcı tam bir tesadüf olan uzak doğu savaş sanatlarına olan ilgimi ve bu konudaki kendi özgeçmişimi detaylandırmayacağım. sadece şunu yazmak yeterlidir sanıyorum;

jiu-jitsu eğitimimi 3,5 yıl boyunca, amerikada ve uzakdoğuda Judo, JJ ve Kung-fu'da 4.dan'a gelmiş, Kumi Uchi Ryu ekolünü "Dynamic Combat JJ" olarak modernize etmiş, uzun yıllar LAPD'de SWAT eğitmenliği yapmış, yurtdışında adı bilinmeyen 23 gerçek illegal freefight turnuva kazanmış sevgili dostum ve hocam Ferruh Seçkin Dalsal'dan aldım. hiç aramayın, izini bile bulamazsınız. sadece bir çoğunuzun tanıdığı 2-3 şahidimiz var bu konuda.

eğitim dönemim ve son 2 sene hariç, 10 yıla yakın bir süre zarfında da, kendisinin yokluğunda, bana verdiği yetki ile okulumuzu zor şartlarda devam ettirdim. 30'dan fazla özel öğrencim, dostlarım ve kardeşlerim oldu. bunların içinde özel güvenlik şirketleri ve büyük holding patronlarının yakın korumaları da kısa süreli yer aldı.

PADI - Open water lisansım ve okyanus tecrübelerime rağmen scuba, su kayağı, katamaran, bilardo, pinpon, vb gibi aslında denemekten daha fazla zaman ve emek verdiğim ama zamanım olmadığından tercih hakkımı kullanarak vazgeçtiğim diğer sporlara sadece bu kadar değineceğim.

ahkam kesebileceğim daha bir çok spor ve bunlarla ilgili hikaye, detay, isim vs. olduğu halde bu kadarla yetineceğim. tüm bu sporları yaptığımı bilen ve bunları sadece kendileri ile konuştuğum, birlikte yaptığım ya da hasbel kader buna şahitlik edenler, bunları hangi seviyelerde yaptığımı, komik hikayelerimle birlikte iyi bilirler. bunlarla en güzel dalgayı da sevgili GSL'li 30 yıllık dostlarım geçer.

zira onların bile çoğu, bunların pek azına tanık olmuşlardır.

bu yazıyı yazmamanın tek bir sebebi var. o da etrafımda bana çok yakın olduğunu düşündüğüm kişilerin bile beni "uzmanı olmadığım ya da bilmediğim konularda bile ahkam kesmek" ile itham etmeleri.

insanlar kendimi anlatmayı ya da öğretmeyi sevdiğimi zanneder. halbuki anlattıklarım, maalesef başka kişilerin duyduğu veya şahit olduğu bazı deneyimleri, aslında uygun olmadan sağda solda anlatmaları, ya da gerekli gördüğüm bir anda iyi niyetle bir bilgi paylaşmam yüzünden olur.

benden çok çeşitli konularda yıllarca ders alan öğrencilerim ve ekip arkadaşlarım hariç ;)

Uzak doğuda her yapılan işin bir seramoni ile yapılmasının bir sebebi vardır. o da yaptığın işe ve o işi perform ederken birlikte olduğun kişiye olan saygı. zira gerçek saygı, bir işi yaparken sadece onunla ilgilenmektir. sonuna kadar büyük bir özenle gereken ilgiyi göstermek. kısaca hakkını vermek.

halbuki batı kültürü (maalesef ayak uydurmak zorunda kaldığım için ben de), yemek yerken sohbet eder, iş konuşur, müzik dinler, film, maç seyreder. toplantıda maillerine bakar, başka düşüncelerle karşısındakini dinlemez. aynı anda bir çok şeyi birlikte yapar. bir konuya en fazla 15-20 dak odaklanabilir.

halbuki başarı için odaklanmak, zamanı değerlendirmek, ciddi emek ve uzun mesailer harcamak, kan, ter ve göz yaşı dökmek gerekir. gerçek başarı zaman ister. geçici ve kısa süreli zaferler değil, kalıcı ve sürekli gelişim için altyapıyı iyi kurmak, temeli sağlam atmak gerekir.

bunun özü saygıdır. yaptığın işi en iyi yapmak, birilerinden daha iyi olmak, birinci olmak için değil. hakkını verebilmek için.

bu yazımda sadece lisanslı olarak, senelerce yaptığım ve bazılarında eğitmenlik de yaptığım sporlardan bahsettim. sonraki konu sanat ve tarih olacak. pek yakında.

hepinize süper bir 2013 diliyorum...

sevgiler,
bG






































13 Mart 2012 Salı

Fiyati olan her sey ucuzdur...

Selam Dostlar,

Yeni sayfayi acali 2 ay oluyor, takdir edersiniz ki yogun gecti ve bu senenin ilk yazisini yazmak ancak 3. Aya nasip oldu.

Onceki yazilarimdan birinde fiyati olan her sey (en azindan parasi olan icin) ucuzdur yazmistim. Bugun ne demek istedigimi bir kez daha aciklamak istedim.

Gunun sonunda hepimiz para icin olmasa da para karsiligi calisiyoruz. Ancak bahsettigim, bu berbat sistemin icinde var olmak zorunda oldugumuzdan, emegimizi mumkun olan en iyi sekilde degerlendirmeye calismamiz degil...

Peki nedir ucuz olan? Hani en degerli olan sey fiyati olmayan, nadir bulunan seylerdir demistim ya, iste sadece bir kac bin TL icin verdigi sozleri, attigi imzalari cigneyenler icindir sozum. Bu ugurda en zor bulunan ve kazanilan degerleri harcayanlara.

O parasi olanlar icin en kolay ve yine onlar icin gayet ucuza mal olan bu kisiler umarim birkac sene sonra pisman olmazlar ve kendilerine verilen gercek deger ve verilen birkac bin TL'nin farkini aci sekilde anlamazlar.

Siz siz olun, size degerinizi verenleri size paranizi verenlerle degismeyin. Zira onlar sizi her zaman rakam olarak gorecek ve neden gitmek istediginizi ve sonrasinda da neden kaldiginizi unutmayacaklar.

Bu arada; ben de hata yapiyorum hala. Insanlari yanlis taniyor, gereksiz kredi veriyorum. Sansim varmis ki cok onemli bir yola cikmadan curukler kendilerini eledi. Zira gercekten de sozunu, imzasini yiyen ya da satan ucuz ya da korkak adamlarla yola cikmak istemezdim.

Simdi yola bunlarla devam edenler dusunsun...

27 Aralık 2011 Salı

AOP ve Roadmap

Selam Dostlar,

Doğruyu söylemek gerekirse kapanan bir sayfanın ardından bakmak çok keyifli. özellikle hayatıma kattığı güzelliklerin yaşattığı sıkıntılara galip gelmesi, o dönemi daha da güzel bir kazanım olarak hatırlamama sebep oluyor.

şöyle bir bakıyorum, Koç finansta sadece bir kaç ay birlikte çalışmamıza rağmen 2 sene sonra beni TCLL'e kazandıran, 3 hafta sonra başka bir ekibe giden ve bir daha da kendisini pek göremediğim sevgili ilkan, belki de canım karım lelani ile tanışmama ve dünyalardan çok sevdiğimiz oğlumuz Alp'in doğumuna sebep olmuş olabilir?

tabii TCLL'in bu ilk yakınsama projesinde en büyük emeği olan sevgili çağlar'ı es geçememek lazım. sanırım eşim ve oğlum ile birlikte hayatımın sonuna kadar hayatımda yer alacak insanların başında geliyor :) evlenme fikrini ilk o aşılamıştı bana "sen neden bu kızla evlenmiyorsun" diye :)

peki neden girmiştim TCLL'e? 1 sene takılıp TCLL'in promosyon işlerini almak için :) ama zehir karışınca kana atmak 7 sene sürdü.

bu yazımda size TCLL'de ciddiye almaya başladığım 2 önemli kavramdan bahsedeceğim; AOP ve Roadmap.

gerçekten de sadece bir şirket ya da iş için değil, kendi hayatımız için de 1 yıllık, 3 yıllık, 5 yıllık AOP'lar ve RM'ler yapmamız lazım.

ne istiyoruz hayattan? nasıl bir büyüme hedefliyoruz? nereye varmak, nelere sahip olmak, nasıl yaşamak ve bunlara hangi yoldan ulaşmak istiyoruz?

biliyorum ki önemli olan çalıştığımız şirketin AOP ve RM'inden ziyade kendi AOP ve RM'imiz. bunu asla unutmayın. günün sonunda asıl sorumluluğunuz kendi hayatınız ve ailenizdir. hem bugününüzü, hem yarınınızı buna göre bütçeleyin. hem para hem zaman olarak. bir insanın eşi ile yiyeceği akşam yemekleri, yapacağı haftasonu kaçamakları, pazar sabahı kahvaltıları, çocuğunun büyümesine şahit olması, bunun tadını çıkartması, o küçük ayakları her gün dakikalarca öpüp o minik kahkahaları yaşaması kadar önemli olamaz hiç bir şey.

yarın sahip olacağınız yüksek mevkiler, milyonluk evler, arabalar, bunun CAPEX'i olan bu mutlu anları geri döndüremez. hiç bir aylık gelir bu güzel günlerin OPEX'ini karşılayamaz.

bu sebeple iyi planlayın bütçenizi. ne kazanmak istiyorsunuz, hangi giderlere razısınız? bunu yaparken hangi aksiyonları yapmanız gerekiyor, hangilerini yapmamak daha iyi? hangisine paranız gerçekten yeter? hangisi için harcamanız gereken zamanın gerçek maliyeti ne olacak?

kişiliğiniz ve kaynaklarınız buna ne kadar müsait?

değerli dostlar, dilerim hepinizin AOP'u her zaman tutar, RM'leriniz her zaman hayata geçer.

tüm hayatınız boyunca tüm BE'leriniz AOP'larınızdan iyi olsun...

2 Aralık 2011 Cuma

Özgüven & Özsaygı


Değerli Eğitmenlerimden Güray Bey'in sohbetlerinden birinde, konu özgüven ve özsaygıya geldi.

son derece önem verdiği bu iki kavram, kişinin önce kendisi ile sonra da hayat ile barışık olabilmesi için çok kritikti. ilk başta sordu sınıftaki arkadaşlara, sizce nedir, tanımlayın bunları diye.

bir çok güzel fikir ve tanım çıktı doğal olarak. ama sağolsun biraz da orijinal (daha samimi bir ifade ile ARIZA) bir tip olduğumu bildiği için bana da söz verdi.

ben de kısaca tanımladım;

Özgüven YAPABİLDİKLERİMDİR. Özsaygı ise YAPAMADIKLARIM.

Değerli Dostlarım,

Bazı durumlar vardır, bedeli ne olursa olsun, size zarar verse bile yaparsınız. ya da sizi bir yere götüreceğini bilseniz bile yapamazsınız.

Değerli büyüklerimden biri ile yaptığım keyifli bir sohbet sırasında bana sordu; "hiç mi korkmuyorsun bunlarla uğraşmaktan, sana ne faydası var, hiç mi endişen yok?"

elbette korkularım ve endişelerim vardı ve hala var. ancak cesaret korkusuzluk değildir. sizi korkutan bir durumda bile tereddütsüz şekilde, kendinizden daha büyük değerler uğruna doğru bildiğinizi yapabilme kabiliyetidir.

"bak boğaç" dedi değerli büyüğüm. "Gladiator filminde bir söz vardır; -win the crowd-. kalabalığı kazanmalısın."

aynı filmin hemen başında bir söz daha vardır, komutan maximus ordularını savaşa sürmeden hemen önce şöyle der; "what we do in life, echos in eternity"

Maksimus, kalabalıkları babasını öldürerek imparator olan adamın elini öperek değil, savaşta ordularının başında kazandığı zaferler ve sonrasında ölüme gönderildiği ormandan kaçıp düştüğü arenada gösterdiği cesaret ile kazanmıştı.

Atatürk'te savaşmayı değil ölmeyi emretmemiş miydi?

işte bu yüzden, yıllarınızı da verseniz, yel değirmenlerini de durdursanız, el attığınız her işi de büyütseniz, eğer YAPABİLDİKLERİNİZİN sonuna gelir ve/veya sizden beklenenleri YAPAMAZ duruma gelirseniz, demir alma zamanıdır.

endişe edecek bir şey yoktur aslında. özgür bir denizci için bir limanın dünyanın en güzel ve en güvenli limanı olduğuna inanmak ve o limanda demirli kalmak büyük bir kayıp olamaz.

bir gün başka bir limanda, hatta daha da güzeli, açık denizlerden birinde görüşmek üzere...

Liderlik üzerine


Selam Dostlar,

her yerde ve her seviyede ahkam kesilen klişe konulardan birine değinmek istedim bu gün. 3000 yıllık uzak doğu kültürünü en çok eleştirdiğim şekilde de olsa hap gibi paylaşmak istiyorum.

ilk kavram; yol.

sanat ile eş anlamlı kullanıldığı gibi pek çoğunuzun telaffuz ederken benimle hafiften dalga geçtiği Jitsu kelimesinin anlamı da yoldur.

inanmak zor ama Ju Jitsu "gentle, supple, flexible, pliable, or yielding path" anlamına gelir.

bu noktada hayatı bir yola ve bu yolu da bir daireye benzeten "Ensō" (enzo) konusuna da değinmek gerekiyor.

Aynı zen budistleri gibi, kılıç sanatçıları da sanatlarını geliştirebilmek için uzun fırçalarla "kaligrafi" yaparlardı. ömürleri boyunca büyük kumaşlara siyah mürekkeple güzel yazılar yazar ve mükemmelleşmeye çalışırlardı. bu bilek gücü ve kontrolünü geliştirmek için çok iyi bir egzersizdi.

bu savaş sanatı üstatları sağ kalır, kemale ererler ve "yolun sonuna" geldiklerine inanırlarsa, kılıçlarını ve fırçalarını bırakmadan önce yaptıkları/çizdikleri son eser de işte bu Enzo idi: tek bir fırça darbesi ile çizilen bir daire. bu daire hayatı simgeler ve hayatın sonuna geldiğinizde aslında başladığınız yere döndüğünüzü ifade ederdi. bu arada tek bir darbe ile düzgün bir daire çizebilmek de oldukça zordur ;)

bir başka deyişle hayatı, düzgün bir daire üzerinde alınan bir yola benzetirlerdi ve bu daire, aydınlanma, mukavemet, zerafet gibi anlamların yanı sıra evreni de ifade ederdi. ama bence en kısa ve güzel tanımı hayatı sembolize etmesidir.

enzo'nun iki çizilişi vardı; dairenin kapandığı ve kapanmadığı çizimler.

zira yolun sonuna geldiğini zannetmek ya da buna inanmak aslında çok iddialı ve arogan bir tavır addedilirdi. enzoyu kapalı çizen ve yolun sonuna geldiğini zannedenlere, kendini beğenmiş, hayatı anlayamamış ve hayattaki yerini idrak edememiş kişiler olarak bakılırdı.

ikinci kavram: Sensei

"sen" kelimesi "önce", "sei" kelimesi ise "yaşam" ya da "doğum" anlamına gelir. yani uzak doğu savaş sanatları ya da sporlarında gerçek bir lider olan "eğitmen" ya da "öğretmen" statüsüne verilen ismin anlamı, "senden önce doğmuş" ya da "senin gitmek istediğin yoldan senden önce geçmiş" kişi demektir.

ama tabii ki gerek olan şart yeterli değil. tanım olarak sensei'de olması gereken özellikler; sensei'nin ilham veren, yürekten saygı duyduğunuz halde yanında kendinizi rahat hissettiğiniz, ihtiyaç halinde rahatlıkla "kendiniz için" yardım isteyebileceğiniz (uzak doğuda kişini kendisi için yardım istemesi son derece utanç verici bir duruma düşmesi anlamına gelirdi) bir kişilikti.

öğrenci seçen, öğrencilerini bir araç olarak gören veya egolarını öğrencileri üzerinde tatmin eden ve her fırsatta kendi üstünlüğünü vurgulamaya çalışlan kişiler hemen dışlanır ve bu ünvanlarını kaybederlerdi.

sensei'den beklenen, kişilerin güçlü ve zayıf yönlerini "geliştirmeleri" değil "KEŞFETMELERİNE" ve bununla yaşamayı öğrenmelerine yol göstermekti.

en önemlisi ise, bir başka yazımda bahsettiğim gibi, tüm teknikleri ve kalıpları öğrenmiş bile olsa sensei'nin eğitimi artık minderdeki en zayıf öğrencidir.

bir başka deyişle sensei öğrenci seçmez. kendisine sadece güçlülerden oluşan bir okul ya da ekip kurmak peşinde koşmaz. o, bir şekilde üzerinde durduğu minderdeki öğrencileri eğiten ve en zayıf olanlarla bile zafer kazanabilen kişi olmalıdır.

işte gerçek liderlik de budur.

eğer arkanızdan gelen kişiler size "başkası tarafından verilmiş otorite"yi değil, kayıtsız şartsız sizi takip ediyorlarsa liderim diyebilirsiniz.

onlara sadece "iş" ya da "emir" değil, "güven" ve "değer" de verebiliyorsanız, sizi birileri sensei yaptığı için değil, o yoldan onlardan önce geçtiğinizden ötürü onlara yol açabiliyorsanız, kısaca sensei olabilmek için değil, zaten önden gittiğiniz için takip ediliyorsanız liderim diyebilirsiniz.

lider olunur mu, lider doğulur mu gibi post modern tartışmalara da böylece en güzel cevap herhalde 3000 yıllık eğitinin kendisinden geliyor.

Liderlik öncelikle doğru dürüst ve bağımsız bir birey olarak başkalarının da geçmiş olduğu bir yoldan geçerken, ardındaki kişilere yol gösterebilme, onlara şevk ve ilham verebilme ve en önemlisi "başkası tarafından verilmiş otorite" ile değil, "özgüveni ve özsaygısı" ile bunu yapabilmesidir.

liderlik yerini ve zamanını bilmekle, sabır, sorumluluk ve tevazu ile taşınan bir değerdir.

12 Ekim 2011 Çarşamba

Değişmek mi? 10. köyü de buluruz...

Evrende insan neye değer verir? neden değer verir? hiç düşündünüz mü? aslında ne değerlidir?

aile? sağlık? dostluk? dürüstlük? mevki? güç?

peki bunlara hayatınızda ne kadar yer veriyorsunuz? günde 2 saat? haftada 1 gün?

peki daha önemli olan ne? daha değerli olan?

hadi son soruları geçelim, ilk soruya dönelim.

evrende değerli olan (insanın değer verdiği) şey nadir olandır. doğası gereği. en basitinden altın, elmas, pırlanta, deniz gören bir ev, az sayıda üretilen şeyler, güzellik, vs.

yani ne kadar nadir, o kadar değerli. ne kadar "en" o kadar iyi.

bu teoriyi kabl edersek, en değerli şeyin en azından kendi evrenimizde TEK olan ve ASLA DEĞİŞMEYEN bir şey olması gerekir.

işte aile burada devreye giriyor. bir insanın kaç annesi, kaç babası, kaç eşi, kaç evladı, kaç kardeşi, kaç gerçek dostu olabilir? kaybedilen sağlık, geçen, kaybedilen zaman yerine konabilir mi? anneniz, babanız, evladınız başkası olabilir mi?

bunlar değişebilir mi hiç? ASLA !!!

bir başka gerçek ise; evrende hiç bir şey yok olmaz ama her şey DEĞİŞİR.

bu iki durumda anlıyoruz ki teorik olarak en değerli şey, aslında HİÇ DEĞİŞMEYENDİR.

işte bu yüzden dostlar, her zaman kendi muhakemenize güvenin. ASLA DEĞİŞMEYİN. gelişim alanı diye önünüze pişirilip konan şeyler, evrendeki herşey gibi sürekli değişenlerin asla kabul edemedikleri bazı değerleri YOK ETME çabalarıdır.

bu yüzden rakamları değil olayları, gerçekleri değil iftiraları, değerleri değil çamurları tercih edenler, tercih ettikleri ortamın içinde kalmaya ve hak ettikleri sahteliklere mahkumdur. bunlar belki de ölene kadar kendilerini alkışlarlar, alkışlatırlar. bir de kendileri gibileri.

Fikirlerinizin ve aksiyonlarınızın değişmesi, DEĞERLERİNİZİN değişmesi demek değildir. bunlar tabii ki değişebilir ama sadece YENİ bir bilgi ışığında. sakın zaten bildiğiniz bir şeyi size sürekli söyleyerek manipüle edilmeye izin vermeyin.

bu bilgi ise lütfen gerçek ve güvenilir olsun. EMİN olun. %1 şüphe etmeyin. edecekseniz, emin değilseniz de düşüncelerinizi ve duruşunuzu değiştirmeyin. bu kadar zayıf, saf olmayın.

yani sakın değişmeyin dostlar. sizi böyle sevenler sizi asla terketmeyecek ve size asla ihanet etmeyecek. sizi sevmek ya da kabul etmek için değişmenizi isteyen olursa da işte en çok bu insanlardan uzak durun. zira bunlar sizden rahatsız olanlardır. sizi benimsemeleri, aralarına almaları imkansızdır.

zira sizden istedikleri, asla sahip olamadıkları ve olamayacakları değerlerinizi yok etmenizdir.

sizde bunları görüp kendilerini kötü hissetmemek için.

yani sizin için değil, kendileri için.

fiyatı olan her şey ucuzdur. fiyatı olan şeylere sahip olmak için sürekli değişenlere uymayın siz. bu uğurda gerçek değerlerinizi ihmal etmeyin. birileri istedi diye girdiğiniz kabın, kalıbın şeklini almayın.

yani siz değişmeyin dostlar. kalıpları kırın. NE PAHASINA OLURSA OLSUN...

;)

18 Aralık 2009 Cuma

çok ara verdim...



selam dostlar. bu ara başlıkta yazanı ne kadar çok söylüyorum bir bilseniz...

yaklaşık 1,5 yıldır arayıp soramadığım GSL'li dostlarıma, anneanneme, eski işyerlerimdeki arkadaşlarıma, jiu jitsuya, maket yapmaya, bisiklete binmeye, kayak yapmaya, yazı yazmaya...

bir sürü kişiye, bir sürü keyfe...

neden? nedir bu ihmal, ilgisizlik? hiç kimseden, hiç birinden vazgeçmedim ki? vaz geçtiklerim belli zaten. bir sürü leş.

cevap; yorgunluk. kafa yorgunluğu beraberinde bezginlik ve fiziksel yorgunluğu getiriyor. "yaşam enerjisi" yazımda bahsetmiştim tüm bunlardan. aynı şekilde bu enerjiyi emerek beslenen kaypak karakterlerden de bahsetmiştim "filmlerdeki sevmediğim karakter" adlı yazımda.

sanırım bu kaypak sürüsü o kadar kalabalık ki, ne kadar "farkında" olursak o kadar enerji kaybediyoruz. alında bir işe yaramayan, tek işi emek hırsızlığı ve işe yaramadıklarını gizleyebilmek için suni gündemler ve sorunlar yaratan, bunları çözemeden sadece yangın çıkarıp bunun ateşi ile beslenen aşağılık pislik sürüsü.

öyle ki bazen "büyük" görünen bu küçük insan taklitleri, kendilerinden onlarca kat daha zeki, daha cesur, daha dürüst olan ve bu sebeple de aralarında barındırmak istemedikleri gerçek insanları ezmek, korkutmak, hatta hayatlarını karalamak pahasına egolarını tatmin etmeye çalışıyorlar.

gerçek bir bağın ne olduğunu belli ki ailelerinden bile görememiş zavallılar. orta okulda arkadaşları maç yaparken kenardan seyretmiş, bir topa vuramamış, bir kızın/erkeğin elini tutamamış, tutsa da sonunda tokadı yemiş, doğru dürüst ne bir spor, ne bir sanatla uğraşmış, ancak sadece ders çalışarak ve sonrasında sistemin gereklerini yapmaya devam ederek bir yerlere gelmiş ve 35ine kadar yaşayamadığı her şeyi şimdi parasını ödeyerek yaşamaya çalışan ve hıncını bunlrı yaşamış ve yaşamaya devam edenlerden çıkarmaya çalışan insan taklitleri...

işte beni bunlar yoruyor. ne iş, ne spor, ne trafik, ne bir telefon. öyle yoruluyorum ki bunlardan, kendimi eve atıyor, sevgili eşimle yiyecek birşeyler hazırlayıp bir film koyuyoruz ve bitiremeden uyuyakalıyoruz.

tek işi gerçek insanların emeklerini ve enerjilerini emen bu asalak sürüsü yüzünden.

(wiki'den) "vietnam savaşı döneminde gösterime giren Yaşayan Ölülerin Gecesi, 1960'ların sonundaki ABD toplumuna yönelttiği dolaylı eleştiriler sebebiyle, çığır açan bir film olarak değerlendirildi. Bir tarihçiye göre film "pekçok yönden yıkıcıydı." İlk zombi filmi olmasa da, Yaşayan Ölülerin Gecesi zombi alt türünün ilk örneğiydi ve çağdaş pop kültündeki zombi arketipine şekil verdi."

işin kötüsü, sistem, oluşturduğu adi kültür ile bunu destekliyor, ödüllendiriyor. ama bu konuyu başka bir yazımda değerlendireceğim.

işte bu zombilerin arasında insanlığımızı kaybetmeden hayatta kalma savaşını sürdürmemiz gerekiyor. zira ısırıkla bile geçiyor bu meret.

gün neyi getirirse getirsin, neyi götürürse götürsün, bu enerji ve emek hırsızı asalak insan taklitleri, gerçek insanların ve gerçek savaşçıların arasındaki bağı ve hayatta kalma isteklerini asla yok edemeyecek ve hiç bir şeye engel olamayacak. sadece ara verdim, yakında kaldığım yerden devam edeceğim...

2 Ekim 2009 Cuma

"The Dirty 12"a açık mektup


akşam üstü, güneş batıyor, ve ben size en sevdiğim filmlerden birinden bahsedeceğim; the dirty dozen...

1967 yapımı filmde Lee Marvin Major Reisman rolü ile başrolde. John Cassavetes'den tutun Charles Bronson'a kadar da bir çok değerli sinemacı yine önemli rollerde.

Filmin konusunu imdb'deki 2 ayrı plottan aynen aktarıyorum;

"A Major with an attitude problem and a history of getting things done is told to interview military prisoners with death sentences or long terms for a dangerous mission; To parachute behind enemy lines and cause havoc for the German Generals at a rest house on the eve of D-Day."

"An Army Major who likes to butt heads with his superiors, is being "given" a new assignment, to train 12 men who are either sentenced to death or life imprisonment, to go behind enemy lines raid a chateau that the Germans are using as an R&R center and kill as enemy officers as they can and disrupt the German chain of command. Now he not only has to train them; he has to get them to start acting like a unit. And when a Colonel whom the Major has been having the most trouble with reports to the Generals that his unit is not working out, the Major asks the General to try them out by having them participate in a war game. If they don't succeed they will be sent back to prison to face their sentences."

http://www.imdb.com/title/tt0061578/plotsummary

işte böyle. 12 değil 10 kişiydik ama ben bizi biraz bu hikayedeki takıma benzettim hep. en önemli farkımız ise; dirty dozen'dan geriye sadece 4-5 kişi kalarak bitmişti macera. biz ise hayatta kaldık.

sizlere özel yazdığım gibi; böyle mükemmel bir ekibin parçası olduğum için gurur duyuyorum...

En içten sevgi ve en gerçek saygılarımla...

1 Ekim 2009 Perşembe

değişim zamanı

ne sihirli kelimeler. yeni, başlangıç, değişim, son...

bu gün 3 yıl 4 aydır bir parçası olduğumu düşündüğüm ve bu süre içinde 10 kat büyümüş olan sevgili şirketimden (pek de uzağa gitmesem de) ayrılıyorum. geldiğim yere dönüyorum.

yazacak, anlatacak çok şey var. ama kısaca hep söylediğim şeyi söyleceğim;

3 yıl
3 marka
3 bina
3 genel müdür
3 genel müdür yardımcısı
4 müdür
binlerce km fiber
onlarca yeni ürün
onlarca hatta belki de yüzlerce tarife, kampanya, özel teklif,
onbinlerce yeni müşteri, yeni gelir...

ne kadar çok yeni, ne kadar çok değişim, ne kadar çok başlangıç yapmışız...

gördüm ki değişmeyen bir avuç insanla bir de ben kalmışım. gördüm ki değişim zamanı 3 kere gelmiş geçmiş ama ben üzerime alınmamışım. inanmışım bir şeylere ve masada oturmaya devam etmişim.

aslında bir çok sebebi var gibi olmasına rağmen tek bir sebebi var gidişimin ve bunu hepimiz biliyoruz. saklamadım ki kimseden?

profesyonel hayat trafiğe benzer arkadaşlar. altınızdaki araba ne kadar iyi, ne kadar güçlü, ne kadar hızlı olursa olsun, hızınız önünüzdeki arabanın hızı kadardır. ve siz ne kadar sollarsanız sollayın, az ileride başka bir arabanın arkasına düşer ve sollamak için uygun zamanı beklersiniz. bazen bir bakarsınız saat 19:00'da birinci köprüdesiniz. bir türlü bitmez trafik.

ha bir de trafik ışıkları var. tam önünüz açılır, son sürat gitmek istersiniz ama kırmızı yanar bazen. geçmek isterseniz yersiniz cezayı. kimse bakmaz arabaya, sürücüye. ya da bakar bazen :)

önünüz hep açık olsun, önünüze hep aynaya bakıp sizi görüp sağa geçip size yol verecek sürücüler çıksın...

En içten ve gerçek sevgilerimle...

30 Ağustos 2009 Pazar

haketmek diye bir şey var mı gerçekten?

eskiden düşünürdüm, haketmek lazım diye, çalışmak lazım diye, fedakarlık lazım diye. ancak hem özel hayatta, hem iş hayatında aslında hiç de böyle bir dünya yok.

hak etmek için değil, ayakta kalmak için çalışmak ya da savaşmak zorundayız. aslında çalışarak hiç bir şeyi haketmiyoruz. bazı (bir çok) şeyler vardır ya sizindir ya değildir. mesela aile içinde eş anne baba kardeş sevgisi. hak edilen bir şey midir? ya da dostluk? ya da bir ünvan? bir mevkii?

ne kadar çalışırsan çalış, eşimin bana olan aşkını hak edemezsin. Anne ve babamın bana olan sevgisini de. ya da dostlarımın bana duyduğu güveni ya da çalışma arkadaşlarımın bana gösterdiği sevgi ve saygıyı. ya da aynı şekilde bir ünvanı bazen ne kadar çalışırsan çalış hak edemezsin. ben de seninkileri hakedemem zaten.

zira bunlar zaten birilerine aittir. sebebi bellidir. bu sebep aidiyet.

hiç kendi çocuğundan daha çok sevdiğin bir çocuk olabilir mi? ya da ne yaparsa yapsın, 30 yıllık dostunun sevgisi ve güvenini çok çalışarak 6 ayda kazanabilir mi kimse? ya da ne kadar iyi olursan ol, ne kadar çalışırsan çalış, yeni gelen genel müdürün ya da genel müdür yardımcısının 10 yıllık çalışma arkadaşının yerini doldurabilir misin?

peki kim kızabilir ki böyle bir şeye? kızmak neden? isyan neden? sen sadece çalıştın, hiç onun oldun mu bir yerlerde bir zamanda?

hak etmek diye bir şey yoktur arkadaşlar. sadece bize ait olanlar, bize uygun olanlar vardır, bizler de eğer yeterince şanslı ve doğru dürüst bir insan olabilirsek onlarla doğar, onlarla büyür, onlarla yaşarız. bütün çabamız gerçekten bize ait olan şeyleri haketme çabası olmalıdır aslında.

ama önceki yazılarımda bahsettiğim konu, aidiyet? peki böyle bir şey var mı? biliyoruz ki yok.

o zaman kendimizi de kandırmayalım. hiç bir şeyi hak ederek kazanmıyoruz, hiç bir şeye sahip değiliz. hiç bir kişi, başarı, ünvan, dost, aile, sağlık, vs ne bize ait ne de biz onları hak ederek kazandık.

Biz sadece bunlar olurken ya da yaşanırken oradaydık ve o sırada bir şekilde doğru şeyler yaptık.

hayatı kimileri tavlaya kimileri pokere benzetir ya, aslında ustalık bir yere kadar. zar gelmedi mi gelmiyor. ya da iyi bir el. eğer yeterince cesur değilsek fullas ile el kaybeder, eğer yeterince şanslıysak basit bir döper ile dünya para kaldırır ya insan.

önemli olan masada oturmaya devam etmek. parayı, krediyi tüketmemek, vaz geçmemek, rest çekmemek.

çünkü eğer yeterince oturursan masada ve hayatta kalabilirsen, uzun da sürse sonunda iyi bir el gelecektir. o el geldiğinde önünde yeterince para ve karşında da yeterince hazır birileri olursa o zaman masayı alıp kalkabilirsin.

aidiyet diye bir şey yok. bir şeyleri kazanmak için çalışmayın. sahip olduğunuz şeylerin hakkını vermek ve tadını çıkarmak için çaba gösterin. hayatınız boyunca mutlaka bir sürü başarı, bir sürü mutluluk, bir sürü fırsat çıkacak karşınıza. doğru zamanda doğru yerde olmaya ve bu fırsatlar yaşanırken bunların bir parçası olmaya çalışın sadece.

onlar zaten sizin, size geliyor, gelecek...

korku ve arzu

bir çok duygu var aksiyonlarımızı tetikleyen. aslında yaptığımız her şeyin sebebi bu duygular. peki nedir duygu? aslında vücut kimyasından ibaret.

bu duygu yığını arasından sıyrılan iki tanesi dikkatimi çekiyor ezelden beri. aslında tüm diğerleri de onlardan besleniyor, onlardan kaynaklanıyor: korku ve arzu.

nedir korku? neden korkar insan? aslında iki temel var; ilki bilmediği şeyler, ikincisi de kaybetmek. bilmediği şeylerin ve hatta can yanmasının bile arkasında kaybetmek korkusu var aslında. yani aslında tek. kaybetmek. "sahip olduğu" bir şeyleri kaybetmek.

parasını, ilişkisini, işini, sağlığını, annesini, babasını, kardeşini, saatini, prestijini, saygınlığını, güvenini, kolunu, bacağını, gençliğini, hayatını, rahatını...

bir sürü şey.

can yanması bile aslında kısa süreli bir şey. asıl korku bunun yaşandığı andan ziyade kalıcı olması veya bir süreliğine rahatını kaybetmek. kalıcı acılar, rahatsızlıklar ya da kayıplar. acı dediğin şey de aslında kayıptan geliyor.

peki nedir arzu? aslında sahip olmadığı şeyi arzular insan. bu bir nesne de olabilir, bir duygu ya da bir deneyim de. hatta aslında sahip olduğu bir şeyden daha fazla istemek te aslında yeteri kadar olmadığı için "sahip olmadığı" kategorisine girer.

sevgi ister, saygı, para, lego, film, dost, aile, güven, prestij vs.vs.vs.
"sahip olmadığı" şeyleri arzulamak.

işte iki temel duygunun ortak noktası: sahip olmak.

aslında hiç bir şeye sahip değiliz. evimizin tapusunda adımız bile yazsa, belki bir kiracı sürecek keyfini. ya da satacağız 10 sene sonra. aynı şekilde bugün anne baba derken yarın anne baba olacağız, öbürgün yine yalnız. ya para? en likit varlık değil mi? geldiği gibi gidiyor zaten. ne kadar çok olursa olsun. zaten tadını çıkarmadan ne işe yarar? bir sürü hikaye vardır bu tarz şeylerle ilgili. özel günlere saklanan değerli şeyler falan. bir yangın, bir deprem gelir alır götürür tüm varlığınızı. ya da bir hastalık?

halbuki hepsini, her şeyimizi sadece bir süreliğine yaşama şansı yakalıyoruz. hiç bir şeye sonsuza kadar sahip olamayız. rahat da sonsuza kadar sürmez. ne kadar zengin olursak olalım.

aile? bir gün gidecek, ölecek, ayrılacak.
dostlar? aynı şekilde, zamanla azalacağız sonbahardaki çiçekler gibi. sonraki sene yenileri gelecek am biz de olmayacağız.
sağlık? zaman zaten çaktırmadan ve acımadan en çok ondan götürüyor. gün gelecek göremeyecek, duyamayacak, yürüyemeyeceğiz.
diğer keyifler? hobiler? sağlık ve zamanla bir kenarda tozlanıp duracak ya da yok olup gidecek.

hayatta en değerli varlıklarım bunlar benim işte. peki hepsini kaybedeceksem bir gün, ne anlamı var?

işte bu yüzden bilmeliyiz aslında hiç bir şeye sahip olmadığımızı, olamayacağımızı. her şey geldiği gibi gidecek bir gün. anlam işte o "sahip olduğumuzu" zannettiğimiz süre bunun tadını çıkarmak, hakkını vermek. doyana kadar yemek ama patlamadan. sonsuzca sevmek ama yıpratmadan. müthiş çalışmak ama yıpranmadan, hayatın bize bahşettiği diğer güzellikleri ihmal etmeden. zira hiç biri bize ait değil ve bir süre sonra ait oldukları yere dönecekler. geldileri o evrensel yaşam enerjisine. hepsinin tadını çıkarmalıyız bokumuzla kavga etmek yerine.

eğer sahip olmak fikrinden vaz geçebilirsek, bizleri en çok yıpratan ve küçülten o korku ve arzulardan da vaz geçebiliriz. böylece korkularımızdan sahip olmak istediklerimize doğru kaçarken asıl değerli olan "o an" sahip olduklarımızın tadını çıkarabilir, yaşamın bize bahşettiği güzelliklerin hakkını verebiliriz.

vaz geçin arkadaşlar. "sahip olma" duygusundan vazgeçin ki korku ve arzularınız bitsin, cesur, yürekli ve hakikatli insanlar olarak hayatın bizlere bahşettiği güzellikleri henüz bizimle birliktelerken insan gibi yaşayalım.

daha önceki yazılarmdan birinde bajsetmiştim, eski bir uzak doğu öğretisine göre; evlerini bir sürü eşyalarla dolduran kişiler, maddi dünyaya fazlaca bağlanmış zavallı kişiler olarak görülür. onlar hayatın kendilerine verdiklerinden habersiz bir şeylerin peşinde harcanır giderler.

kazanılan her şey kaybedilebilir. ve aynı şekilde kaybedilen her şey kazanılabilir. önemli olan şu an yanınızda olanın, hayatınızda olanın tadını çıkarabilmek. gerçek özgürlük de buradadır işte. sadece bunu seçebilecek cesaret gerekiyor.

sahip olma sevdasından vazgeçmek yani...

Gerçek düşman

hafta sonu seyrettiğim bir guy ritchi filmi "revolver"den...

"the ego is the worst confidence trickster we could ever figure, ever imagine. cause you don't see it" - Dr. Yoav Dattilo

"...and the single biggest of con is, I am you." - Dr. Steven C. Hayes

"the problem is that the ego hides in last place that you'd ever look, within itself." - Dr Peter Fonagy

"it disguises its thoughts as your thoughts, its felings as your feelings. you think it's you..." - Leonard Jacobson

"peoples need to protect their own egos knows no bounds. they will lie, cheat, steal, kill, do whatever it takes to maintian what we call ego boundaries." - Andrew Samuels

"people have no clue that they are imprisoned. they don't know that there is an ego. they don't know the distinction" - Leonard Jacobson

"at first it's difficult for the mind to accept that there is something beyond itself, there is somethig of greater value and greater capacity for discrening truth than itself. " - Dr. David Hawkins

"in religon the ego manifests as the devil. and of course no one realize how smart the ego is because it created the devil so you could blame someone else." - Dr. Deepak Chopra

"in creating this imaginary external enemy it usually made a real enemy for ourselves, and it becomes a real danger to the ego, but that is also the ego's creation. " - Dr. Peter Fonagy

"there is no such thing as an external enemy, no matter that voice in your head is telling you. all perception of an enemy is a projection of the ego as the enemy." - Dr. Deepak Chopra

"in that sense, you could sense 100% of our external enemies are of our own creation." - Dr. Peter Fonagy

"your greatest enemy is your own inner perception, is your own ignorance, is your own ego. " - Dr Obadiah Harris

düşmanlarımızı kafamızda kendimiz mi yaratıyoruz? asıl düşmanımız kendi egomuz mu? ve biz bunu farkedemiyor muyuz? ve kendimize gerçek düşmanlar mı yaratıyoruz sonunda? sadece egomuzu beslemek ve kendimizi haklı görmek için...

26 Ağustos 2009 Çarşamba

filmlerdeki sevmediğim karakter

hemen her filmde genelde 3-4 tip karakter vardır ya; iyi adam, kötü adam, etkisiz eleman ve bir de kaypak eleman.

iyi adam zaten kahraman, önden gidiyor, kötü adam da ciddi bir kişilik. en azından kötü olmak için sebepleri var. hatta bazıları hayranlık uyandıracak kadar cesur, güçlü, zeki, vs.zaten son zamanlarda hep iyinin içindeki kötü ve kötünün içindeki iyi mesajları biraz bundan kaynaklanıyor.

etkisiz elemana değinmeye bile gerek yok. benim değinmek istediğim şu "kaypak" karakter.

"kaypak" karakter filmin başından sonuna kadar iyi adamın yanında, etrafında yer alır. hep onu destekler gibi durur. aslında yaptığı çakallıktan ibarettir. iyi adam bir ceylan tutar, en iyi yerlerini yer, kalan leşini eşelemek de işte bu "kaypak" karaktere düşer.

önceleri mutlu görünür kaypak karakter. birileri çalışıp acı çekip ortaya bir şeyler koyarken o da nasiplenir. leşi düşer payına ama olsun. ama içten içe haset etmektedir iyi adama.

ama zaman geçtikçe ve iyi adam zayıflayıp kötü adam güçlendikçe kaypak karakter gölgelerde sürünmek pahasına arka plana geçer. korkuyu en yüksek seviyede yaşayan da işte bu kaypak karakterdir. sonlara doğru korku öyle bir sarar ki bu karakteri, iyi adamın en yakınlarında dururken bir bakarsınız ki kötü adamın yanına geçivermiş ve iyi adamı arkadan vurmuş.

buradaki önemli motiv korku yani zayıflık. bununla ilgili daha sonra yazacağım.

işte bu korkudur insanı kaypaklaştıran, zayıflatan. iyi ile kötü arasında fark gözettirmeyen. aslında korku kaypaklaştırır insanı.

filmlerde son dakika bir şeyler olur ve kötü adamdan bile önce ölür yok olur gider kaypak karakter. zayıf, zavallı bir şekilde. halbuki kötü adamın ölümü bile görkemlidir. hatta iyi adamla ortak bulduğumuz yönleri bile çıkar ortaya. bazı filmlerde hak verirsiniz hatta gıpta edersiniz zira kötü olmak bile bir cesaret, bir adanmışlıktır. beceri ve güç gerektirir.

mesela eşkiya filminde Berfo ölmeden önce Baran ile konuşurken şöyle der; "evet ben en yakın arkadaşımı sattım sevdiğim kadın için. onun parasını çaldım, kadınını çaldım, aşkım uğruna cehenneme gitmeyi göze aldım ben. sen ne yaptın? bir piç kurusu için seni 40 yıl bekleyen kadından vazgeçtin"

bir de Sedat vardır. hani şu yeşim salkımın oynadığı hatunun rol gereği abisi. hapistedir, delikanlıdır, gariban cumaliyi kandırıp garibanın canı pahasına kendini kurtartmıştır. peki cumali neden yapmıştır bunu? sadece aşkı için. ödülü de bir gecelik olur zaten. bedelini de canı ile öder sonunda.

neyse, kaypak karaktere dönelim. sedat istediğini almış, hapisten çıkmış, özgür, sevgilisi yanında, para cebinde, zirvede. bu arada hapisteyken kesmediği ahkam yok. delikanlının önde gideni. sözde kardeşini cumaliye emanet etmeler falan. tam mazlum delikanlı. hani kodu mu oturtacak cinsten.

ama cumali silahı dayayınca alnına, o ağlak suratı ile sevgilisini bile vermekten çekinmeyecek kadar çaresiz. nerede o delikanlı? nerede o kodumu oturtan güçlü motif? bir bakıyorsunuz geriye kalan zavallı bir korkak.

cesaret, bir insanın taşıyabileceği en değerli erdemdir. bunu kişinin duruşundan, bakışından, konuşmasından, vücut dilinden rahatlıkla anlayabilirsiniz. ama bizi yanıltan şey, cesaretin hangi şartlarda ortaya çıktığı. güçlünün güçlü olduğu anda ve ortamda cesur olması basittir. silahı her ne ise onunla, kendi ortamında ve destekçilerinin arasında aslan olmak iş değil. insanın gücü ve silahı, kişiliği olmaldır. ona sonradan verilen bir şey değil. zira hak etmek ya da kazanmak diye bir şey yoktur. bunlar dönemsel durumlar ya da algılardır sadece. buna da başka bir yazı da değineceğim.

esas olan ölene kadar size ait olandır. kazanılamayan, hak edilemeyen, kaybedilemeyen, vaz geçilemeyendir. işte o sizsinizdir aslında.

yani önemli olan her şekil ve şartta aynı cesareti gösterebilmek. sadece kendi çöplüğünde ve herkes senin yanındayken değil. iyi adamla kötü adam arasındaki ortak nokta da aslında bu. cesaret ve güçlü bir kişilik.

peki hangisi daha kötü? kötü olmak mı yoksa kaypak olmak mı?

kötü olmanın bile bir şerefi vardır arkadaşlar. aman kaypak olmayın, kaypaklara çanak tutmayın. çakallara acımayın, etrafınızda yer vermeyin. ve cesur olun. düşünürken, konuşurken, bir şeyler yaparken. yaşarken yani...

ama bu çakallarla takım arkadaşlarınızı karıştırmayın sakın. demek istediğim başarıyı kendinize saklamanız, paylaşmamanız değil. ben bu kaypak çakallardan yoruldum. ve buna prim veren sistemden. bunu ayıramayan ya da ayırmak istemeyen o etkisiz elemanlardan ve gizli çakallardan.

eski bir atasözü der ki; "bazı savaşlar vardır, kazanma şansınız yoktur ama öyle değerli bir amaç uğruna girersiniz ki bu savaşa, kaybetmek bile zafer sayılır..."

25 Ağustos 2009 Salı

yaşam enerjisi

uzak doğu kültüründe enerji çok önemlidir ve iki ana başlıkta incelenir: evrensel yaşam enerjisi ve bedensel yaşam enerjisi

birincisini Rei-ki olarak, ikincisini de Tai-chi olarak (kısmen, gerçeği bilinenden çok daha derindir) biliyoruz. burada bahsi geçen chi veya ki aslında bu yaşam ya da varoluş enerjisi anlamına geliyor. enerji seviyesi yaşamla aramızdaki ilişkinin gücünü belirliyor.

gerçekten yaşam tamamen bir enerji alış verişidir. yaptığımız her şey için enerji harcar ve her şeyden enerji alırız. bunun pozitif ya da negatif etkisi aslında alış - veriş sonucunda ortaya çıkar.

mesela yemek yerken harcadığımız basit fiziksel enerjinin yanı sıra sevmediğimiz bir yemeği yemek için ayrıca enerji harcarız. ancak aldığımız besin ne kadar çöp olursa olsun mutlaka bir miktar enerji verir bize. sevdiğimiz bir yemek yerken, ya da sevdiğimiz bir işle uğraşırken durum daha da güzel. hem fiziksel hem zihinsel hem de duygusal yollardan aldığımız enerji bize kendimizi çok daha iyi hissettirir.

aslında yaşam içinde dokunduğumuz herşey ve herkesle fiziksel, zihinsel veya duygusal bir enerji alışverişi içine gireriz. kimi şeylerden keyif alır, kiminde dinlenir (sarfiyatı azaltır), kiminde canımız sıkılır vb.

sorun; yaşadığımız hayatta etrafımızdaki kişi, nesne veya olaylar, acaba bize harcadığımız enerji kadar enerji veriyor mu?

örneğin; çalıştığımız işte ya da ilişkilerimizde harcadığımız enerjinin karşılığında ihtiyaç duduğumuz başarı, takdir, sevgi, saygı, tatmin vb. şeyleri yeterince göremiyorsak zaman içinde aldığımız enerji azalmaya başlar. sorunlar kronikleştikçe git gide negatife geçmeye ve sermayeden yemeye başlarız.

peki nedir bu sermaye? doğduğumuz gün bize verilen o küçük yaşam enerjisi ilk çığlıkla başlar, annemiz ve ailemizin sevgi ve şevkati ile büyür ve bizi hayata hazırlar. eğer şanslı isek iyi bir eğitim, güzel bir gençlik, uygun bir iş hayatı ve uygun bir eş ile devam eder.

sanırım en büyük enerji aslında sevgidir. sevginin gerçekliği ve gücü, sürekliliği ile birleşince asıl ihtiyaç duyduğumuz sermaye de ortaya çıkmış olur.

bugün eğer evimizde mutlu değilsek bilin ki bu sermayeden yiyiyoruz. aynı şekilde bugün eğer işimizde, dostluklarımızda, yaptığımız diğer işlerde kendimizi yorgun, bitkin ve isteksiz hissediyorsak, bir yerlerde harcadığımız enerjinin karşılığını alamıyoruz demektir.

erken yaşlanmak ve ölmek de işte böyle bir şey.

eğer şanslı isek hayata Yaratanın ve ailemizin bize verdiği sermaye ile başlayıp bunu arttırarak ilerilyoruz ve gerçekten zengin bir hayat yaşıyoruz. ama şans hayatın her anında yanımızda olmayabiliyor.

önemli bir husus da, sermaye bize geçici olarak veriliyor. vadesi var. ve sermayedar koyduğunun hakkını vermemizi istiyor. bu ümit ve amaçla bu krediyi bize veriyor. har vurup harman savuramız için değil.

en büyük enerji kaynağı sevgi ise eğer bizi tüketen en büyük enerji israfı da kızgınlık, öfke, nefret, kin ve benzeri duygularda.

buraya kadar aslında sadece bedensel yaşam enerjisinden bahsettik sayılır. evrensel yaşam ya da varoluş enerjisi ile bedensel yaşam enerjisi arasındaki etkileşimi de bir çok düşünce, felsefe, inanış ya da bilim açıklamaya çalışıyor. Ama sanırım evren ve diğer varlıklar bizdeki enerjiyi görüyor ve inanın pek az kimse düşük enerjili kimselere yakın durmak ister. enerji bir kere düştümü, yüksek enerjili evren ve diğer varlıklar uzaklaşmaya başlar ve geriye sadece evrenin düşük enerjisi ve varlıkları kalır. bir de bakmışız, biz de bu düşük enerjili evrenin varlıklarından biri olmuşuz.

ben artık enerjimi sadece sevdiklerim için harcamaya ve sevdiğim şeyleri yaşayarak bunu yerine koymaya karar verdim. eşim, ailem, dostlarım, hobilerim işte hep bu yüzden.

diğer yerlerde benden gasp edilen enerjimi yerine koyabilmem için...

24 Ağustos 2009 Pazartesi

enflasyonun sebebi çok çalışmak?

iki tip çalışan arasındaki fark;

birincisinin iş dışında bir hayatı var. evi, ailesi, dostları, hobileri. diyeceksiniz ki "hepimizin var" ben de diyeceğim ki "depoya mı kaldırdınız?"

neyse, diğeri ise olup da zaman ayır(a)mayan veya daha da kötüsü olmayan.

ne oluyor bu durumda? bir tanesi 8 saat çalışıp basıp gidiyor. diğeri ise kalıyor. çalşıyor, çalışıyor. peki hangisi tercih ediliyor? tabii ki kalan.

*****

Daha önce bir yerlerde de okumuştum, normal şartlarda (ne normatif ne istatistik normal diyemiyorum maalesef, ideal normal diyelim) 8 saat çalışmak, 8 saat eğlenmek ve 8 saat dinlenmekle sağlıklı bir hayat yaşayabiliyormuşuz. yoksa bir yerlerimiz arıza yapıyormuş.

Gerçekten az çalışan bir kişinin zihinsel olarak, az dinelenen bir kişinin fiziksel olarak, az eğlenen bir kişinin de duygusal olarak ihtiyaçları karşılanamaz ve bu birikim önce fiziksel sonra psikolojik problem yaratır.

gelin enflasyonun sebebini teorik bir model ile inceleyelim;

8 saat çalışan bir kişi 8 TL kazansa ve kalan 8 saatlik eğlencesinde 4, 8 saatlik dinlencesinde 4 TL harcasa, yani 16 saat için 8 TL harcanabilir geliri olsa;

ama şu çeşitli sebeplerden çok çalışan kişi 8 değil 12 saat çalışsa ve karşılığını da 12 TL olarak alsa; bu durumda aslında eğlence ve dinlence için kalan 12 saati için harcayacak 12 TL'si var.

bu durumda bu arkadaş çalıştığının karşılığını almak (daha doğrusu aldığını hissetmek için) 15 sene önce 100 mark olan bir kotun "taşlısına" 300 Euro vermeye razı olmaz mı? yeter ki sadece kendinde ve kendi gibi olanlarda olsun ve herkes anlasın. ya da benzer şekilde 20 TL olan bir yemeğe 50 TL vermek istemez mi?

birinin 16 saat için 8 TL'si var, diğerinin ise 12 saat için 12 TL'si. tam 2 kat daha "zengin"

halbuki gerçek servet pahalı yemekler, pahalı giysiler değil yaşamın kendisi değil midir?

uzak doğulular, evlerini eşya ile dolduran kişilere (ki maalesef ben de bunlardanım) acırlar ve hakir görürler. hayatın anlamını kavrayamamış ve ruhunu bu dünyanın basit ve ucuz metalarına sıkıştımış kişiler olarak kabul ederler.

gerçekten maddi varlığınız önemli değildir aslında. fiyatı olan her şey ucuzdur. bizim için olmasa bile birileri için. değerli olan şey asla satın alınamayanlardır.

aklıma 4 şey geliyor hemen; zaman, aile, dostluk ve sağlık.

satan bir yer biliyor musunuz? Gerçek ve samimi olma koşulu ile tabii. 3 yıllık fabrika garantisi ile değil. Değerini de maalesef kaybedince anlıyoruz.

bu sebeple de bunlara sahip olmayanların ya da olamayanların derdi de bu. kaybedecek bir şeyleri yok aslında. ya kaybetmiş olanlar?

hangisi daha vahim?

bolluktan

sanırım tüm derdimiz bolluk. her şey çok boldu zamanında. rahattık. o gevşeklik bizi bu günlere getirdi. her şey elimizin altındaydı, rakamlar iyiydi, peki ne oldu? anarşi. anarşi eksik olmadı. kırk kafadan kırk ses. gidenler, gelenler...

çok uzatmayalım, bir şeyler yerinde sayıyor ya da gereken hızda büyümüyorsa sebebi olduğumuz yere çakılı kalmamız ya da aynı yerde on kere yön değiştirmemiz aslında. halbuki pusula var, hava açık, deniz güzel. ne diyorum? bolluktan. sadece bolluktan...

eksik olan tek şey ne yöne gideceğimiz konusunda kararlı bir kaptan.

altımızdaki tekne ne kadar hızlı olursa olsun, okyanusta 3 kere yön değiştirirsek, benzin biter ve öylece kalırız sonsuzlukta. ve yeriz birbirimizi...

aslında yanlış karar yok, kararsızlık var. yanlış bilgi de yok, bilgisizlik var. ve yanlış yönetim yok, yönetimsizlik var.

nereye gideceğimiz kadar oraya nasıl gideceğimiz önemlidir. hatta bana sorarsanız daha da önemlidir. zira yanlış yere varmamızın sonucu yanlış karar vermemiz olabilir ama yanlış yoldan gitmemiz tamamen yanlış kişi olmamızdandır ve bunun telafisi olmayabilir...

direnç

büyüklerimiz gerekli gördüğünden bir eğitime yollamışlardı beni "yönetim olgunluğu" adında, oradaki gerçekten değer verdiğim yöneticilerimiz sohbet ederken bir şey geldi aklıma.

ilişkideki direnci nasıl yönetebiliriz?

fizikte basit bir formül vardır;

V = I x R

  • V= gerilimi ifade eder (Volt)
  • I= akım (amper)
  • R ise direnç (ohm)

yani gerilimi arttıran iki faktör akım ve direnç.

hayata benzetirsek; iki (gerçek ya da tüzel) kişi arasında ne kadar "yoğun" bir ilişki (akım) olursa, gerilim de o kadar artar.

aynı şekilde kişiler arasındaki "direnç" de söz konusu gerilim ile doğru orantılı. yani direnç arttıkça gerilim artıyor.

bilinen en önemli verilerden birisi de söz konusu direnci gösteren bir motor ya da benzeri bir ekipman gerekliliği ki "iş" ya da "değer" aslında bu motorun hareketinden kaynaklanıyor.

ve yine biliyoruz ki hem pilin (enerji kaynağı) hem de motorun (direncin) iki kutbu var: (-) ve (+)
  • ilk ders; (-) kötü ya da yanlış bir şey değildir. iki pozitif kutup hiç bir şey çalıştıramaz.
  • ikinci ders; direnç karşılıklıdır ve gereklidir. yoksa enerji kaynağı kısa devre yapar ve enerji heba olur gider.
  • üçüncü ders; yoğun ilişkilerde gerilimi arttıran şey dirençtir. ve demin dediğmiz gibi bu tek bir kutup (görüş) ile olacak bir şey değildir.
Dolayısı ile "negatif" motoru döndürmek için gerekli evet, ama direnç sadece negatif tarafın varlığı ya da gücü ile olan bir şey değil. aslında her iki tarafın eşit derecede gösterdiği bir güç.

Bir de; doğruları söyleyenler neden negatif kutup oluyor? her halde motoru döndürmek için gerekli olan elektronların bu kutuptan gelmesi sebebi ile.

Yani değerli dostlar, negatif kutup olmazsa motoru döndüremezsiniz. günümüzde hızla soyu tükenen ve tüketilen bu kutuba sahip çıkmak önemli gibi geliyor bana. ne dersiniz? yoksa körler ve sağırlar birbirlerini alkışlamaya devam edecek...

Sevdiğim bir söz; "körlerin ülkesinde tek gözlü olan kral olur"

"biz yöneticiler..."

15 yıllık çalışma hayatımda sanırım en çok "son çalıştığım grupta" duydum bu lafı. ne kadar yüce bir mevkii imiş anlamamışım Koç'tayken.

sene 2000, eski şirketimin ilk "sektör yöneticisi" iken birlikte çalıştığım 4 arkadaştan beklediğim şeyler, dead-line'lara uymak ve birbirimizi doğru ve zamanında bilgilendirmekten ibaretti. zaten hedefleri, yıllık operasyon planını ve yol haritasını birlikte yapardık. ekip arkadaşlarımız izin istediklerinde sebebini sormaya utandığımız yıllardı.

bugün bir çok "yönetici" büyüklerimiz;
  • "altımızdakilerden" bahsediyor. anlamıyorum kim kimin altında?
  • "bize bağlı çalışanlardan" bahsediyor, aslında yöneticiler çalışanlarına bağlı değil mi? işi yapan onlar, başarı aslında tamamen onlara bağlı.
  • "doğru ekibi seçmekten", "çalışamadığı kişiyi değiştirmekten" bahsediyor, zaten tek işi "yönetmek" olan bu kişiler biraz bilgili, biraz muhalif, biraz farkında, biraz cesur kişileri yönetemiyor mu? o zaman ne işe yarar ki bu kişi?
  • ya da benzer şekilde anlaşamadığı kişiyi başarısız gösterip kurtulmak? doğru yerde oynatmayarak onu baltalamak? ya da gerçekten zayıf birini yetiştirmek? (bknz. Spirit of Martial Artist)
çok şey yazarım da ağır olur, burada kesiyorum.

ben kişisel olarak aslında;
  • fikir veren değil karar veren yönetici istiyorum.
  • beni korku ile, tehdit ile, yanımdaki arkadşıma rakip eden değil gerçekten ekip edecek yönetici istiyorum.
  • zorluklar ve hatalarda sahne ve sorumluluk alıp, başarıları ekibi ile sahnede paylaşan yönetici istiyorum
  • ben önümde durup ilerlememe engel olan değil, güveneceğim, saygı duyacağım ve beni bir yerden alıp bir yere götürebilecek yönetici istiyorum.
  • aynı jeremy corbell'in dediği gibi, en zayıf ve en güçlüden kurtulmak için fırsat kollayan değil, bunları en iyi şekilde sahiplenip ekibini ekip yapabilen bir yönetici istiyorum.
çok şey istiyorum...

"profesyonel hayat aslında otoyol gibidir. altındaki araba isterse ferrari olsun, trafik sıkışık ise hızın en fazla önündeki arabanın hızı kadardır"

Spirit of Martial Artist

Profesyonel hayata dair dinlemediğim ahkam kalmadı. Keşke bunu yapanlar düşündükleri gibi konuşup, konuştukları gibi yaşasa. keşke basit menfaatler için basitleşmese. keşke "büyük firmaların küçük insanları" olmasa. Ama balık baştan kokuyor...

Aşağıdaki yazı aslında hem özel hem profesyonel hayat için geçerli. ekibi ile çalışan bir "yönetici" ya da çocuk yetiştiren bir anne baba. Fazla lafa gerek yok, okuyun arkadaşlar...

*************************

The following words hold the spirit of the True Martial Artist.

You have the tools. Now it is time to build. Your daily life should reflect your journey; the path itself is your reward.

Embrace what you teach, and teach what you embrace. Consider the needs and feelings of everyone you meet. Always evaluate yourself, strive toward betterment, and lead by example.

Selfishness is your enemy. Do not act for your own needs and gratification, but for the good of humanity and nature. Good or bad, what is in your heart will be transferred to others. Unconditional love is your sword; it must remain ever sharp.
Teach cooperation over conflict. Those who would gain by suppressing others only suppress themselves. By helping others to grow we, too, grow. Do not lock up what you have learned, or you will cease to grow. Give your information freely, more will come. Do not worry that the supply will be exhausted, the circle of martial arts is infinite.

Maintain a humble heart. There will always be people ahead of you, and behind you. To boast about where you are standing is to forget where you are going.
You are a man of action, and action requires a cycle of mistakes and progress. Do not let your mistakes halt your progress, accept and embrace them. Do not be afraid to admit a mistake, this will breed mistrust among your students. Weakness suppressed breeds weakness; once exposed, weakness breeds strength.

Your students will be your mirror. You will reflect each other’s strengths and weaknesses. When you look at your students, you are looking at yourself. They can help you monitor your progress. Treat them respectfully, and as equals. As they return your respect, they will learn easily. Those students who seem only interested in power and gain will find it difficult to become effective. It will be your job to show them the correct path. Do not worry about your teaching ability. If you believe in your inherent goodness and that of others, the process will be your teacher, as you teach the process.

Your most important life standard is the one you set for yourself. Discovering your own personal best is a lifelong journey. Look deeper into that which you have learned. Your techniques are your tools. Be patient, your mission will reveal itself.

Do not show favoritism in the Dojo. Treat everyone with loving-kindness. Do not discriminate for any reason; rather, remain fair and sympathetic. This does not mean you may hesitate to push your students beyond their limits, only that everyone deserves your best. Students that have a difficult time learning need the best instructor. Look at those students as your greatest challenge. As much as you can teach them, so also they will teach you.

Keep an open mind and work together with other Sensei. There is no superior Martial Art, only superior Martial Artists. It is up to you as a Martial Artist to learn from everything, and everyone around you. Good leaders are also good followers. Nature provides all of the answers. The most important thing is for you to provide the questions.

Desire is a double-edged sword; on one side is the key to understanding, on the other it is an obstacle to inner happiness. The time is now, and the place is here. Be sincere in everything you do, and people will gladly follow your path.
Let us Train - Do your Best…

(Jeremy Corbell - Founder of Quantum JJ)

14 Ağustos 2009 Cuma

ağaçları neden kesiyorlar???

dikkat edin, çaktırmadan yavaş yavaş eski, büyük, kocaman ve sağlıklı ağaçları yok ediyorlar.

mesela;

1. taksim meydanından Harbiye'ye giderken ve ters istikamette bakın,
2. bağdat caddesinde
3. fenerbahçe, yolun ortasındaki ağaçtan kim ne istedi?
4. sahil yolu göztepe - caddebostan arasında yolu bölen ağaçlar

ve daha niceleri...

önce saçma sapan buduyorlar, sonra bunları yarısı yaprak bile çıkaramıyor ve hastalanıyor sonra da kesiyorlar.

500 kiloluk ağacı kesip 2 tane fidan dikip ağaç sayısını arttırdık diyorlar.

başarılı gözükmek ne kadar kolay değil mi?

ve ben hasta oluyorum...

oyun oynamak

iki tip oyuncu var aslında;

1. oyun oynamak isteyen
2. topu taca atan, faul yapan, kısaca oynatmak istemeyen

birinci tip oyuncu olmak istiyorsak, top ayağımıza geldiğinde;
1. 2 çalım atıp şut çekeriz
2. ileriye pas ya da içeri orta yaparız
3. ya da sıkışmışsak da yan pas ya da geri pas yaparız

ama ikinci tip oyuncu hep taca atar topu. ya da faul yapar ve sürekli hakemle oynar. burada haksızlığa uğramış oyuncuya zamanla sinirli etiketi yapışır ve bir türlü çıkmaz.

Bu sebeple diyorum ki bir iş aldığımızda ya da verildiğinde;
1. hallet
2. delege et
3. eskale et

eğer bunları yapamayacak kadar kötü bir durumda kalırsan "argümante et"

ama dikkat et, eğer yapamadığın işi kısa bir sürede başkası yaparsa bunu şans olarak yorumlamazlar...

nerede yanlış yaptık???

Uzun süredir düşünüyorum ve aynı durumda bir çok arkadaşım var;
  • iyi bir lise bitirdim (fen bölümü)
  • iyi bir üniversite bitirdim (hem mühendislik hem işletme)
  • okul biter bitmez gönüllü askere gittim
  • döndükten 3 ay sonra Koç Grubu'nda işe başladım
  • 6 sene çalıştım
  • 2 sene kendi işimi yapmayı denedim, aç kalmadım
  • bir şekil Türkiye'nin en büyük GSM şirketinde sıfırdan başladım
  • 5 yıldır gruptayım, hasbelkader pazarlama müdürüyüm
nasıl oluyor da doğup büyüdüğümüz yerlerde bir ev alamıyoruz ? Nerede yanlış yaptım(k)?