30 Ağustos 2009 Pazar

haketmek diye bir şey var mı gerçekten?

eskiden düşünürdüm, haketmek lazım diye, çalışmak lazım diye, fedakarlık lazım diye. ancak hem özel hayatta, hem iş hayatında aslında hiç de böyle bir dünya yok.

hak etmek için değil, ayakta kalmak için çalışmak ya da savaşmak zorundayız. aslında çalışarak hiç bir şeyi haketmiyoruz. bazı (bir çok) şeyler vardır ya sizindir ya değildir. mesela aile içinde eş anne baba kardeş sevgisi. hak edilen bir şey midir? ya da dostluk? ya da bir ünvan? bir mevkii?

ne kadar çalışırsan çalış, eşimin bana olan aşkını hak edemezsin. Anne ve babamın bana olan sevgisini de. ya da dostlarımın bana duyduğu güveni ya da çalışma arkadaşlarımın bana gösterdiği sevgi ve saygıyı. ya da aynı şekilde bir ünvanı bazen ne kadar çalışırsan çalış hak edemezsin. ben de seninkileri hakedemem zaten.

zira bunlar zaten birilerine aittir. sebebi bellidir. bu sebep aidiyet.

hiç kendi çocuğundan daha çok sevdiğin bir çocuk olabilir mi? ya da ne yaparsa yapsın, 30 yıllık dostunun sevgisi ve güvenini çok çalışarak 6 ayda kazanabilir mi kimse? ya da ne kadar iyi olursan ol, ne kadar çalışırsan çalış, yeni gelen genel müdürün ya da genel müdür yardımcısının 10 yıllık çalışma arkadaşının yerini doldurabilir misin?

peki kim kızabilir ki böyle bir şeye? kızmak neden? isyan neden? sen sadece çalıştın, hiç onun oldun mu bir yerlerde bir zamanda?

hak etmek diye bir şey yoktur arkadaşlar. sadece bize ait olanlar, bize uygun olanlar vardır, bizler de eğer yeterince şanslı ve doğru dürüst bir insan olabilirsek onlarla doğar, onlarla büyür, onlarla yaşarız. bütün çabamız gerçekten bize ait olan şeyleri haketme çabası olmalıdır aslında.

ama önceki yazılarımda bahsettiğim konu, aidiyet? peki böyle bir şey var mı? biliyoruz ki yok.

o zaman kendimizi de kandırmayalım. hiç bir şeyi hak ederek kazanmıyoruz, hiç bir şeye sahip değiliz. hiç bir kişi, başarı, ünvan, dost, aile, sağlık, vs ne bize ait ne de biz onları hak ederek kazandık.

Biz sadece bunlar olurken ya da yaşanırken oradaydık ve o sırada bir şekilde doğru şeyler yaptık.

hayatı kimileri tavlaya kimileri pokere benzetir ya, aslında ustalık bir yere kadar. zar gelmedi mi gelmiyor. ya da iyi bir el. eğer yeterince cesur değilsek fullas ile el kaybeder, eğer yeterince şanslıysak basit bir döper ile dünya para kaldırır ya insan.

önemli olan masada oturmaya devam etmek. parayı, krediyi tüketmemek, vaz geçmemek, rest çekmemek.

çünkü eğer yeterince oturursan masada ve hayatta kalabilirsen, uzun da sürse sonunda iyi bir el gelecektir. o el geldiğinde önünde yeterince para ve karşında da yeterince hazır birileri olursa o zaman masayı alıp kalkabilirsin.

aidiyet diye bir şey yok. bir şeyleri kazanmak için çalışmayın. sahip olduğunuz şeylerin hakkını vermek ve tadını çıkarmak için çaba gösterin. hayatınız boyunca mutlaka bir sürü başarı, bir sürü mutluluk, bir sürü fırsat çıkacak karşınıza. doğru zamanda doğru yerde olmaya ve bu fırsatlar yaşanırken bunların bir parçası olmaya çalışın sadece.

onlar zaten sizin, size geliyor, gelecek...

korku ve arzu

bir çok duygu var aksiyonlarımızı tetikleyen. aslında yaptığımız her şeyin sebebi bu duygular. peki nedir duygu? aslında vücut kimyasından ibaret.

bu duygu yığını arasından sıyrılan iki tanesi dikkatimi çekiyor ezelden beri. aslında tüm diğerleri de onlardan besleniyor, onlardan kaynaklanıyor: korku ve arzu.

nedir korku? neden korkar insan? aslında iki temel var; ilki bilmediği şeyler, ikincisi de kaybetmek. bilmediği şeylerin ve hatta can yanmasının bile arkasında kaybetmek korkusu var aslında. yani aslında tek. kaybetmek. "sahip olduğu" bir şeyleri kaybetmek.

parasını, ilişkisini, işini, sağlığını, annesini, babasını, kardeşini, saatini, prestijini, saygınlığını, güvenini, kolunu, bacağını, gençliğini, hayatını, rahatını...

bir sürü şey.

can yanması bile aslında kısa süreli bir şey. asıl korku bunun yaşandığı andan ziyade kalıcı olması veya bir süreliğine rahatını kaybetmek. kalıcı acılar, rahatsızlıklar ya da kayıplar. acı dediğin şey de aslında kayıptan geliyor.

peki nedir arzu? aslında sahip olmadığı şeyi arzular insan. bu bir nesne de olabilir, bir duygu ya da bir deneyim de. hatta aslında sahip olduğu bir şeyden daha fazla istemek te aslında yeteri kadar olmadığı için "sahip olmadığı" kategorisine girer.

sevgi ister, saygı, para, lego, film, dost, aile, güven, prestij vs.vs.vs.
"sahip olmadığı" şeyleri arzulamak.

işte iki temel duygunun ortak noktası: sahip olmak.

aslında hiç bir şeye sahip değiliz. evimizin tapusunda adımız bile yazsa, belki bir kiracı sürecek keyfini. ya da satacağız 10 sene sonra. aynı şekilde bugün anne baba derken yarın anne baba olacağız, öbürgün yine yalnız. ya para? en likit varlık değil mi? geldiği gibi gidiyor zaten. ne kadar çok olursa olsun. zaten tadını çıkarmadan ne işe yarar? bir sürü hikaye vardır bu tarz şeylerle ilgili. özel günlere saklanan değerli şeyler falan. bir yangın, bir deprem gelir alır götürür tüm varlığınızı. ya da bir hastalık?

halbuki hepsini, her şeyimizi sadece bir süreliğine yaşama şansı yakalıyoruz. hiç bir şeye sonsuza kadar sahip olamayız. rahat da sonsuza kadar sürmez. ne kadar zengin olursak olalım.

aile? bir gün gidecek, ölecek, ayrılacak.
dostlar? aynı şekilde, zamanla azalacağız sonbahardaki çiçekler gibi. sonraki sene yenileri gelecek am biz de olmayacağız.
sağlık? zaman zaten çaktırmadan ve acımadan en çok ondan götürüyor. gün gelecek göremeyecek, duyamayacak, yürüyemeyeceğiz.
diğer keyifler? hobiler? sağlık ve zamanla bir kenarda tozlanıp duracak ya da yok olup gidecek.

hayatta en değerli varlıklarım bunlar benim işte. peki hepsini kaybedeceksem bir gün, ne anlamı var?

işte bu yüzden bilmeliyiz aslında hiç bir şeye sahip olmadığımızı, olamayacağımızı. her şey geldiği gibi gidecek bir gün. anlam işte o "sahip olduğumuzu" zannettiğimiz süre bunun tadını çıkarmak, hakkını vermek. doyana kadar yemek ama patlamadan. sonsuzca sevmek ama yıpratmadan. müthiş çalışmak ama yıpranmadan, hayatın bize bahşettiği diğer güzellikleri ihmal etmeden. zira hiç biri bize ait değil ve bir süre sonra ait oldukları yere dönecekler. geldileri o evrensel yaşam enerjisine. hepsinin tadını çıkarmalıyız bokumuzla kavga etmek yerine.

eğer sahip olmak fikrinden vaz geçebilirsek, bizleri en çok yıpratan ve küçülten o korku ve arzulardan da vaz geçebiliriz. böylece korkularımızdan sahip olmak istediklerimize doğru kaçarken asıl değerli olan "o an" sahip olduklarımızın tadını çıkarabilir, yaşamın bize bahşettiği güzelliklerin hakkını verebiliriz.

vaz geçin arkadaşlar. "sahip olma" duygusundan vazgeçin ki korku ve arzularınız bitsin, cesur, yürekli ve hakikatli insanlar olarak hayatın bizlere bahşettiği güzellikleri henüz bizimle birliktelerken insan gibi yaşayalım.

daha önceki yazılarmdan birinde bajsetmiştim, eski bir uzak doğu öğretisine göre; evlerini bir sürü eşyalarla dolduran kişiler, maddi dünyaya fazlaca bağlanmış zavallı kişiler olarak görülür. onlar hayatın kendilerine verdiklerinden habersiz bir şeylerin peşinde harcanır giderler.

kazanılan her şey kaybedilebilir. ve aynı şekilde kaybedilen her şey kazanılabilir. önemli olan şu an yanınızda olanın, hayatınızda olanın tadını çıkarabilmek. gerçek özgürlük de buradadır işte. sadece bunu seçebilecek cesaret gerekiyor.

sahip olma sevdasından vazgeçmek yani...

Gerçek düşman

hafta sonu seyrettiğim bir guy ritchi filmi "revolver"den...

"the ego is the worst confidence trickster we could ever figure, ever imagine. cause you don't see it" - Dr. Yoav Dattilo

"...and the single biggest of con is, I am you." - Dr. Steven C. Hayes

"the problem is that the ego hides in last place that you'd ever look, within itself." - Dr Peter Fonagy

"it disguises its thoughts as your thoughts, its felings as your feelings. you think it's you..." - Leonard Jacobson

"peoples need to protect their own egos knows no bounds. they will lie, cheat, steal, kill, do whatever it takes to maintian what we call ego boundaries." - Andrew Samuels

"people have no clue that they are imprisoned. they don't know that there is an ego. they don't know the distinction" - Leonard Jacobson

"at first it's difficult for the mind to accept that there is something beyond itself, there is somethig of greater value and greater capacity for discrening truth than itself. " - Dr. David Hawkins

"in religon the ego manifests as the devil. and of course no one realize how smart the ego is because it created the devil so you could blame someone else." - Dr. Deepak Chopra

"in creating this imaginary external enemy it usually made a real enemy for ourselves, and it becomes a real danger to the ego, but that is also the ego's creation. " - Dr. Peter Fonagy

"there is no such thing as an external enemy, no matter that voice in your head is telling you. all perception of an enemy is a projection of the ego as the enemy." - Dr. Deepak Chopra

"in that sense, you could sense 100% of our external enemies are of our own creation." - Dr. Peter Fonagy

"your greatest enemy is your own inner perception, is your own ignorance, is your own ego. " - Dr Obadiah Harris

düşmanlarımızı kafamızda kendimiz mi yaratıyoruz? asıl düşmanımız kendi egomuz mu? ve biz bunu farkedemiyor muyuz? ve kendimize gerçek düşmanlar mı yaratıyoruz sonunda? sadece egomuzu beslemek ve kendimizi haklı görmek için...

26 Ağustos 2009 Çarşamba

filmlerdeki sevmediğim karakter

hemen her filmde genelde 3-4 tip karakter vardır ya; iyi adam, kötü adam, etkisiz eleman ve bir de kaypak eleman.

iyi adam zaten kahraman, önden gidiyor, kötü adam da ciddi bir kişilik. en azından kötü olmak için sebepleri var. hatta bazıları hayranlık uyandıracak kadar cesur, güçlü, zeki, vs.zaten son zamanlarda hep iyinin içindeki kötü ve kötünün içindeki iyi mesajları biraz bundan kaynaklanıyor.

etkisiz elemana değinmeye bile gerek yok. benim değinmek istediğim şu "kaypak" karakter.

"kaypak" karakter filmin başından sonuna kadar iyi adamın yanında, etrafında yer alır. hep onu destekler gibi durur. aslında yaptığı çakallıktan ibarettir. iyi adam bir ceylan tutar, en iyi yerlerini yer, kalan leşini eşelemek de işte bu "kaypak" karaktere düşer.

önceleri mutlu görünür kaypak karakter. birileri çalışıp acı çekip ortaya bir şeyler koyarken o da nasiplenir. leşi düşer payına ama olsun. ama içten içe haset etmektedir iyi adama.

ama zaman geçtikçe ve iyi adam zayıflayıp kötü adam güçlendikçe kaypak karakter gölgelerde sürünmek pahasına arka plana geçer. korkuyu en yüksek seviyede yaşayan da işte bu kaypak karakterdir. sonlara doğru korku öyle bir sarar ki bu karakteri, iyi adamın en yakınlarında dururken bir bakarsınız ki kötü adamın yanına geçivermiş ve iyi adamı arkadan vurmuş.

buradaki önemli motiv korku yani zayıflık. bununla ilgili daha sonra yazacağım.

işte bu korkudur insanı kaypaklaştıran, zayıflatan. iyi ile kötü arasında fark gözettirmeyen. aslında korku kaypaklaştırır insanı.

filmlerde son dakika bir şeyler olur ve kötü adamdan bile önce ölür yok olur gider kaypak karakter. zayıf, zavallı bir şekilde. halbuki kötü adamın ölümü bile görkemlidir. hatta iyi adamla ortak bulduğumuz yönleri bile çıkar ortaya. bazı filmlerde hak verirsiniz hatta gıpta edersiniz zira kötü olmak bile bir cesaret, bir adanmışlıktır. beceri ve güç gerektirir.

mesela eşkiya filminde Berfo ölmeden önce Baran ile konuşurken şöyle der; "evet ben en yakın arkadaşımı sattım sevdiğim kadın için. onun parasını çaldım, kadınını çaldım, aşkım uğruna cehenneme gitmeyi göze aldım ben. sen ne yaptın? bir piç kurusu için seni 40 yıl bekleyen kadından vazgeçtin"

bir de Sedat vardır. hani şu yeşim salkımın oynadığı hatunun rol gereği abisi. hapistedir, delikanlıdır, gariban cumaliyi kandırıp garibanın canı pahasına kendini kurtartmıştır. peki cumali neden yapmıştır bunu? sadece aşkı için. ödülü de bir gecelik olur zaten. bedelini de canı ile öder sonunda.

neyse, kaypak karaktere dönelim. sedat istediğini almış, hapisten çıkmış, özgür, sevgilisi yanında, para cebinde, zirvede. bu arada hapisteyken kesmediği ahkam yok. delikanlının önde gideni. sözde kardeşini cumaliye emanet etmeler falan. tam mazlum delikanlı. hani kodu mu oturtacak cinsten.

ama cumali silahı dayayınca alnına, o ağlak suratı ile sevgilisini bile vermekten çekinmeyecek kadar çaresiz. nerede o delikanlı? nerede o kodumu oturtan güçlü motif? bir bakıyorsunuz geriye kalan zavallı bir korkak.

cesaret, bir insanın taşıyabileceği en değerli erdemdir. bunu kişinin duruşundan, bakışından, konuşmasından, vücut dilinden rahatlıkla anlayabilirsiniz. ama bizi yanıltan şey, cesaretin hangi şartlarda ortaya çıktığı. güçlünün güçlü olduğu anda ve ortamda cesur olması basittir. silahı her ne ise onunla, kendi ortamında ve destekçilerinin arasında aslan olmak iş değil. insanın gücü ve silahı, kişiliği olmaldır. ona sonradan verilen bir şey değil. zira hak etmek ya da kazanmak diye bir şey yoktur. bunlar dönemsel durumlar ya da algılardır sadece. buna da başka bir yazı da değineceğim.

esas olan ölene kadar size ait olandır. kazanılamayan, hak edilemeyen, kaybedilemeyen, vaz geçilemeyendir. işte o sizsinizdir aslında.

yani önemli olan her şekil ve şartta aynı cesareti gösterebilmek. sadece kendi çöplüğünde ve herkes senin yanındayken değil. iyi adamla kötü adam arasındaki ortak nokta da aslında bu. cesaret ve güçlü bir kişilik.

peki hangisi daha kötü? kötü olmak mı yoksa kaypak olmak mı?

kötü olmanın bile bir şerefi vardır arkadaşlar. aman kaypak olmayın, kaypaklara çanak tutmayın. çakallara acımayın, etrafınızda yer vermeyin. ve cesur olun. düşünürken, konuşurken, bir şeyler yaparken. yaşarken yani...

ama bu çakallarla takım arkadaşlarınızı karıştırmayın sakın. demek istediğim başarıyı kendinize saklamanız, paylaşmamanız değil. ben bu kaypak çakallardan yoruldum. ve buna prim veren sistemden. bunu ayıramayan ya da ayırmak istemeyen o etkisiz elemanlardan ve gizli çakallardan.

eski bir atasözü der ki; "bazı savaşlar vardır, kazanma şansınız yoktur ama öyle değerli bir amaç uğruna girersiniz ki bu savaşa, kaybetmek bile zafer sayılır..."

25 Ağustos 2009 Salı

yaşam enerjisi

uzak doğu kültüründe enerji çok önemlidir ve iki ana başlıkta incelenir: evrensel yaşam enerjisi ve bedensel yaşam enerjisi

birincisini Rei-ki olarak, ikincisini de Tai-chi olarak (kısmen, gerçeği bilinenden çok daha derindir) biliyoruz. burada bahsi geçen chi veya ki aslında bu yaşam ya da varoluş enerjisi anlamına geliyor. enerji seviyesi yaşamla aramızdaki ilişkinin gücünü belirliyor.

gerçekten yaşam tamamen bir enerji alış verişidir. yaptığımız her şey için enerji harcar ve her şeyden enerji alırız. bunun pozitif ya da negatif etkisi aslında alış - veriş sonucunda ortaya çıkar.

mesela yemek yerken harcadığımız basit fiziksel enerjinin yanı sıra sevmediğimiz bir yemeği yemek için ayrıca enerji harcarız. ancak aldığımız besin ne kadar çöp olursa olsun mutlaka bir miktar enerji verir bize. sevdiğimiz bir yemek yerken, ya da sevdiğimiz bir işle uğraşırken durum daha da güzel. hem fiziksel hem zihinsel hem de duygusal yollardan aldığımız enerji bize kendimizi çok daha iyi hissettirir.

aslında yaşam içinde dokunduğumuz herşey ve herkesle fiziksel, zihinsel veya duygusal bir enerji alışverişi içine gireriz. kimi şeylerden keyif alır, kiminde dinlenir (sarfiyatı azaltır), kiminde canımız sıkılır vb.

sorun; yaşadığımız hayatta etrafımızdaki kişi, nesne veya olaylar, acaba bize harcadığımız enerji kadar enerji veriyor mu?

örneğin; çalıştığımız işte ya da ilişkilerimizde harcadığımız enerjinin karşılığında ihtiyaç duduğumuz başarı, takdir, sevgi, saygı, tatmin vb. şeyleri yeterince göremiyorsak zaman içinde aldığımız enerji azalmaya başlar. sorunlar kronikleştikçe git gide negatife geçmeye ve sermayeden yemeye başlarız.

peki nedir bu sermaye? doğduğumuz gün bize verilen o küçük yaşam enerjisi ilk çığlıkla başlar, annemiz ve ailemizin sevgi ve şevkati ile büyür ve bizi hayata hazırlar. eğer şanslı isek iyi bir eğitim, güzel bir gençlik, uygun bir iş hayatı ve uygun bir eş ile devam eder.

sanırım en büyük enerji aslında sevgidir. sevginin gerçekliği ve gücü, sürekliliği ile birleşince asıl ihtiyaç duyduğumuz sermaye de ortaya çıkmış olur.

bugün eğer evimizde mutlu değilsek bilin ki bu sermayeden yiyiyoruz. aynı şekilde bugün eğer işimizde, dostluklarımızda, yaptığımız diğer işlerde kendimizi yorgun, bitkin ve isteksiz hissediyorsak, bir yerlerde harcadığımız enerjinin karşılığını alamıyoruz demektir.

erken yaşlanmak ve ölmek de işte böyle bir şey.

eğer şanslı isek hayata Yaratanın ve ailemizin bize verdiği sermaye ile başlayıp bunu arttırarak ilerilyoruz ve gerçekten zengin bir hayat yaşıyoruz. ama şans hayatın her anında yanımızda olmayabiliyor.

önemli bir husus da, sermaye bize geçici olarak veriliyor. vadesi var. ve sermayedar koyduğunun hakkını vermemizi istiyor. bu ümit ve amaçla bu krediyi bize veriyor. har vurup harman savuramız için değil.

en büyük enerji kaynağı sevgi ise eğer bizi tüketen en büyük enerji israfı da kızgınlık, öfke, nefret, kin ve benzeri duygularda.

buraya kadar aslında sadece bedensel yaşam enerjisinden bahsettik sayılır. evrensel yaşam ya da varoluş enerjisi ile bedensel yaşam enerjisi arasındaki etkileşimi de bir çok düşünce, felsefe, inanış ya da bilim açıklamaya çalışıyor. Ama sanırım evren ve diğer varlıklar bizdeki enerjiyi görüyor ve inanın pek az kimse düşük enerjili kimselere yakın durmak ister. enerji bir kere düştümü, yüksek enerjili evren ve diğer varlıklar uzaklaşmaya başlar ve geriye sadece evrenin düşük enerjisi ve varlıkları kalır. bir de bakmışız, biz de bu düşük enerjili evrenin varlıklarından biri olmuşuz.

ben artık enerjimi sadece sevdiklerim için harcamaya ve sevdiğim şeyleri yaşayarak bunu yerine koymaya karar verdim. eşim, ailem, dostlarım, hobilerim işte hep bu yüzden.

diğer yerlerde benden gasp edilen enerjimi yerine koyabilmem için...

24 Ağustos 2009 Pazartesi

enflasyonun sebebi çok çalışmak?

iki tip çalışan arasındaki fark;

birincisinin iş dışında bir hayatı var. evi, ailesi, dostları, hobileri. diyeceksiniz ki "hepimizin var" ben de diyeceğim ki "depoya mı kaldırdınız?"

neyse, diğeri ise olup da zaman ayır(a)mayan veya daha da kötüsü olmayan.

ne oluyor bu durumda? bir tanesi 8 saat çalışıp basıp gidiyor. diğeri ise kalıyor. çalşıyor, çalışıyor. peki hangisi tercih ediliyor? tabii ki kalan.

*****

Daha önce bir yerlerde de okumuştum, normal şartlarda (ne normatif ne istatistik normal diyemiyorum maalesef, ideal normal diyelim) 8 saat çalışmak, 8 saat eğlenmek ve 8 saat dinlenmekle sağlıklı bir hayat yaşayabiliyormuşuz. yoksa bir yerlerimiz arıza yapıyormuş.

Gerçekten az çalışan bir kişinin zihinsel olarak, az dinelenen bir kişinin fiziksel olarak, az eğlenen bir kişinin de duygusal olarak ihtiyaçları karşılanamaz ve bu birikim önce fiziksel sonra psikolojik problem yaratır.

gelin enflasyonun sebebini teorik bir model ile inceleyelim;

8 saat çalışan bir kişi 8 TL kazansa ve kalan 8 saatlik eğlencesinde 4, 8 saatlik dinlencesinde 4 TL harcasa, yani 16 saat için 8 TL harcanabilir geliri olsa;

ama şu çeşitli sebeplerden çok çalışan kişi 8 değil 12 saat çalışsa ve karşılığını da 12 TL olarak alsa; bu durumda aslında eğlence ve dinlence için kalan 12 saati için harcayacak 12 TL'si var.

bu durumda bu arkadaş çalıştığının karşılığını almak (daha doğrusu aldığını hissetmek için) 15 sene önce 100 mark olan bir kotun "taşlısına" 300 Euro vermeye razı olmaz mı? yeter ki sadece kendinde ve kendi gibi olanlarda olsun ve herkes anlasın. ya da benzer şekilde 20 TL olan bir yemeğe 50 TL vermek istemez mi?

birinin 16 saat için 8 TL'si var, diğerinin ise 12 saat için 12 TL'si. tam 2 kat daha "zengin"

halbuki gerçek servet pahalı yemekler, pahalı giysiler değil yaşamın kendisi değil midir?

uzak doğulular, evlerini eşya ile dolduran kişilere (ki maalesef ben de bunlardanım) acırlar ve hakir görürler. hayatın anlamını kavrayamamış ve ruhunu bu dünyanın basit ve ucuz metalarına sıkıştımış kişiler olarak kabul ederler.

gerçekten maddi varlığınız önemli değildir aslında. fiyatı olan her şey ucuzdur. bizim için olmasa bile birileri için. değerli olan şey asla satın alınamayanlardır.

aklıma 4 şey geliyor hemen; zaman, aile, dostluk ve sağlık.

satan bir yer biliyor musunuz? Gerçek ve samimi olma koşulu ile tabii. 3 yıllık fabrika garantisi ile değil. Değerini de maalesef kaybedince anlıyoruz.

bu sebeple de bunlara sahip olmayanların ya da olamayanların derdi de bu. kaybedecek bir şeyleri yok aslında. ya kaybetmiş olanlar?

hangisi daha vahim?

bolluktan

sanırım tüm derdimiz bolluk. her şey çok boldu zamanında. rahattık. o gevşeklik bizi bu günlere getirdi. her şey elimizin altındaydı, rakamlar iyiydi, peki ne oldu? anarşi. anarşi eksik olmadı. kırk kafadan kırk ses. gidenler, gelenler...

çok uzatmayalım, bir şeyler yerinde sayıyor ya da gereken hızda büyümüyorsa sebebi olduğumuz yere çakılı kalmamız ya da aynı yerde on kere yön değiştirmemiz aslında. halbuki pusula var, hava açık, deniz güzel. ne diyorum? bolluktan. sadece bolluktan...

eksik olan tek şey ne yöne gideceğimiz konusunda kararlı bir kaptan.

altımızdaki tekne ne kadar hızlı olursa olsun, okyanusta 3 kere yön değiştirirsek, benzin biter ve öylece kalırız sonsuzlukta. ve yeriz birbirimizi...

aslında yanlış karar yok, kararsızlık var. yanlış bilgi de yok, bilgisizlik var. ve yanlış yönetim yok, yönetimsizlik var.

nereye gideceğimiz kadar oraya nasıl gideceğimiz önemlidir. hatta bana sorarsanız daha da önemlidir. zira yanlış yere varmamızın sonucu yanlış karar vermemiz olabilir ama yanlış yoldan gitmemiz tamamen yanlış kişi olmamızdandır ve bunun telafisi olmayabilir...

direnç

büyüklerimiz gerekli gördüğünden bir eğitime yollamışlardı beni "yönetim olgunluğu" adında, oradaki gerçekten değer verdiğim yöneticilerimiz sohbet ederken bir şey geldi aklıma.

ilişkideki direnci nasıl yönetebiliriz?

fizikte basit bir formül vardır;

V = I x R

  • V= gerilimi ifade eder (Volt)
  • I= akım (amper)
  • R ise direnç (ohm)

yani gerilimi arttıran iki faktör akım ve direnç.

hayata benzetirsek; iki (gerçek ya da tüzel) kişi arasında ne kadar "yoğun" bir ilişki (akım) olursa, gerilim de o kadar artar.

aynı şekilde kişiler arasındaki "direnç" de söz konusu gerilim ile doğru orantılı. yani direnç arttıkça gerilim artıyor.

bilinen en önemli verilerden birisi de söz konusu direnci gösteren bir motor ya da benzeri bir ekipman gerekliliği ki "iş" ya da "değer" aslında bu motorun hareketinden kaynaklanıyor.

ve yine biliyoruz ki hem pilin (enerji kaynağı) hem de motorun (direncin) iki kutbu var: (-) ve (+)
  • ilk ders; (-) kötü ya da yanlış bir şey değildir. iki pozitif kutup hiç bir şey çalıştıramaz.
  • ikinci ders; direnç karşılıklıdır ve gereklidir. yoksa enerji kaynağı kısa devre yapar ve enerji heba olur gider.
  • üçüncü ders; yoğun ilişkilerde gerilimi arttıran şey dirençtir. ve demin dediğmiz gibi bu tek bir kutup (görüş) ile olacak bir şey değildir.
Dolayısı ile "negatif" motoru döndürmek için gerekli evet, ama direnç sadece negatif tarafın varlığı ya da gücü ile olan bir şey değil. aslında her iki tarafın eşit derecede gösterdiği bir güç.

Bir de; doğruları söyleyenler neden negatif kutup oluyor? her halde motoru döndürmek için gerekli olan elektronların bu kutuptan gelmesi sebebi ile.

Yani değerli dostlar, negatif kutup olmazsa motoru döndüremezsiniz. günümüzde hızla soyu tükenen ve tüketilen bu kutuba sahip çıkmak önemli gibi geliyor bana. ne dersiniz? yoksa körler ve sağırlar birbirlerini alkışlamaya devam edecek...

Sevdiğim bir söz; "körlerin ülkesinde tek gözlü olan kral olur"

"biz yöneticiler..."

15 yıllık çalışma hayatımda sanırım en çok "son çalıştığım grupta" duydum bu lafı. ne kadar yüce bir mevkii imiş anlamamışım Koç'tayken.

sene 2000, eski şirketimin ilk "sektör yöneticisi" iken birlikte çalıştığım 4 arkadaştan beklediğim şeyler, dead-line'lara uymak ve birbirimizi doğru ve zamanında bilgilendirmekten ibaretti. zaten hedefleri, yıllık operasyon planını ve yol haritasını birlikte yapardık. ekip arkadaşlarımız izin istediklerinde sebebini sormaya utandığımız yıllardı.

bugün bir çok "yönetici" büyüklerimiz;
  • "altımızdakilerden" bahsediyor. anlamıyorum kim kimin altında?
  • "bize bağlı çalışanlardan" bahsediyor, aslında yöneticiler çalışanlarına bağlı değil mi? işi yapan onlar, başarı aslında tamamen onlara bağlı.
  • "doğru ekibi seçmekten", "çalışamadığı kişiyi değiştirmekten" bahsediyor, zaten tek işi "yönetmek" olan bu kişiler biraz bilgili, biraz muhalif, biraz farkında, biraz cesur kişileri yönetemiyor mu? o zaman ne işe yarar ki bu kişi?
  • ya da benzer şekilde anlaşamadığı kişiyi başarısız gösterip kurtulmak? doğru yerde oynatmayarak onu baltalamak? ya da gerçekten zayıf birini yetiştirmek? (bknz. Spirit of Martial Artist)
çok şey yazarım da ağır olur, burada kesiyorum.

ben kişisel olarak aslında;
  • fikir veren değil karar veren yönetici istiyorum.
  • beni korku ile, tehdit ile, yanımdaki arkadşıma rakip eden değil gerçekten ekip edecek yönetici istiyorum.
  • zorluklar ve hatalarda sahne ve sorumluluk alıp, başarıları ekibi ile sahnede paylaşan yönetici istiyorum
  • ben önümde durup ilerlememe engel olan değil, güveneceğim, saygı duyacağım ve beni bir yerden alıp bir yere götürebilecek yönetici istiyorum.
  • aynı jeremy corbell'in dediği gibi, en zayıf ve en güçlüden kurtulmak için fırsat kollayan değil, bunları en iyi şekilde sahiplenip ekibini ekip yapabilen bir yönetici istiyorum.
çok şey istiyorum...

"profesyonel hayat aslında otoyol gibidir. altındaki araba isterse ferrari olsun, trafik sıkışık ise hızın en fazla önündeki arabanın hızı kadardır"

Spirit of Martial Artist

Profesyonel hayata dair dinlemediğim ahkam kalmadı. Keşke bunu yapanlar düşündükleri gibi konuşup, konuştukları gibi yaşasa. keşke basit menfaatler için basitleşmese. keşke "büyük firmaların küçük insanları" olmasa. Ama balık baştan kokuyor...

Aşağıdaki yazı aslında hem özel hem profesyonel hayat için geçerli. ekibi ile çalışan bir "yönetici" ya da çocuk yetiştiren bir anne baba. Fazla lafa gerek yok, okuyun arkadaşlar...

*************************

The following words hold the spirit of the True Martial Artist.

You have the tools. Now it is time to build. Your daily life should reflect your journey; the path itself is your reward.

Embrace what you teach, and teach what you embrace. Consider the needs and feelings of everyone you meet. Always evaluate yourself, strive toward betterment, and lead by example.

Selfishness is your enemy. Do not act for your own needs and gratification, but for the good of humanity and nature. Good or bad, what is in your heart will be transferred to others. Unconditional love is your sword; it must remain ever sharp.
Teach cooperation over conflict. Those who would gain by suppressing others only suppress themselves. By helping others to grow we, too, grow. Do not lock up what you have learned, or you will cease to grow. Give your information freely, more will come. Do not worry that the supply will be exhausted, the circle of martial arts is infinite.

Maintain a humble heart. There will always be people ahead of you, and behind you. To boast about where you are standing is to forget where you are going.
You are a man of action, and action requires a cycle of mistakes and progress. Do not let your mistakes halt your progress, accept and embrace them. Do not be afraid to admit a mistake, this will breed mistrust among your students. Weakness suppressed breeds weakness; once exposed, weakness breeds strength.

Your students will be your mirror. You will reflect each other’s strengths and weaknesses. When you look at your students, you are looking at yourself. They can help you monitor your progress. Treat them respectfully, and as equals. As they return your respect, they will learn easily. Those students who seem only interested in power and gain will find it difficult to become effective. It will be your job to show them the correct path. Do not worry about your teaching ability. If you believe in your inherent goodness and that of others, the process will be your teacher, as you teach the process.

Your most important life standard is the one you set for yourself. Discovering your own personal best is a lifelong journey. Look deeper into that which you have learned. Your techniques are your tools. Be patient, your mission will reveal itself.

Do not show favoritism in the Dojo. Treat everyone with loving-kindness. Do not discriminate for any reason; rather, remain fair and sympathetic. This does not mean you may hesitate to push your students beyond their limits, only that everyone deserves your best. Students that have a difficult time learning need the best instructor. Look at those students as your greatest challenge. As much as you can teach them, so also they will teach you.

Keep an open mind and work together with other Sensei. There is no superior Martial Art, only superior Martial Artists. It is up to you as a Martial Artist to learn from everything, and everyone around you. Good leaders are also good followers. Nature provides all of the answers. The most important thing is for you to provide the questions.

Desire is a double-edged sword; on one side is the key to understanding, on the other it is an obstacle to inner happiness. The time is now, and the place is here. Be sincere in everything you do, and people will gladly follow your path.
Let us Train - Do your Best…

(Jeremy Corbell - Founder of Quantum JJ)

14 Ağustos 2009 Cuma

ağaçları neden kesiyorlar???

dikkat edin, çaktırmadan yavaş yavaş eski, büyük, kocaman ve sağlıklı ağaçları yok ediyorlar.

mesela;

1. taksim meydanından Harbiye'ye giderken ve ters istikamette bakın,
2. bağdat caddesinde
3. fenerbahçe, yolun ortasındaki ağaçtan kim ne istedi?
4. sahil yolu göztepe - caddebostan arasında yolu bölen ağaçlar

ve daha niceleri...

önce saçma sapan buduyorlar, sonra bunları yarısı yaprak bile çıkaramıyor ve hastalanıyor sonra da kesiyorlar.

500 kiloluk ağacı kesip 2 tane fidan dikip ağaç sayısını arttırdık diyorlar.

başarılı gözükmek ne kadar kolay değil mi?

ve ben hasta oluyorum...

oyun oynamak

iki tip oyuncu var aslında;

1. oyun oynamak isteyen
2. topu taca atan, faul yapan, kısaca oynatmak istemeyen

birinci tip oyuncu olmak istiyorsak, top ayağımıza geldiğinde;
1. 2 çalım atıp şut çekeriz
2. ileriye pas ya da içeri orta yaparız
3. ya da sıkışmışsak da yan pas ya da geri pas yaparız

ama ikinci tip oyuncu hep taca atar topu. ya da faul yapar ve sürekli hakemle oynar. burada haksızlığa uğramış oyuncuya zamanla sinirli etiketi yapışır ve bir türlü çıkmaz.

Bu sebeple diyorum ki bir iş aldığımızda ya da verildiğinde;
1. hallet
2. delege et
3. eskale et

eğer bunları yapamayacak kadar kötü bir durumda kalırsan "argümante et"

ama dikkat et, eğer yapamadığın işi kısa bir sürede başkası yaparsa bunu şans olarak yorumlamazlar...

nerede yanlış yaptık???

Uzun süredir düşünüyorum ve aynı durumda bir çok arkadaşım var;
  • iyi bir lise bitirdim (fen bölümü)
  • iyi bir üniversite bitirdim (hem mühendislik hem işletme)
  • okul biter bitmez gönüllü askere gittim
  • döndükten 3 ay sonra Koç Grubu'nda işe başladım
  • 6 sene çalıştım
  • 2 sene kendi işimi yapmayı denedim, aç kalmadım
  • bir şekil Türkiye'nin en büyük GSM şirketinde sıfırdan başladım
  • 5 yıldır gruptayım, hasbelkader pazarlama müdürüyüm
nasıl oluyor da doğup büyüdüğümüz yerlerde bir ev alamıyoruz ? Nerede yanlış yaptım(k)?