27 Aralık 2011 Salı

AOP ve Roadmap

Selam Dostlar,

Doğruyu söylemek gerekirse kapanan bir sayfanın ardından bakmak çok keyifli. özellikle hayatıma kattığı güzelliklerin yaşattığı sıkıntılara galip gelmesi, o dönemi daha da güzel bir kazanım olarak hatırlamama sebep oluyor.

şöyle bir bakıyorum, Koç finansta sadece bir kaç ay birlikte çalışmamıza rağmen 2 sene sonra beni TCLL'e kazandıran, 3 hafta sonra başka bir ekibe giden ve bir daha da kendisini pek göremediğim sevgili ilkan, belki de canım karım lelani ile tanışmama ve dünyalardan çok sevdiğimiz oğlumuz Alp'in doğumuna sebep olmuş olabilir?

tabii TCLL'in bu ilk yakınsama projesinde en büyük emeği olan sevgili çağlar'ı es geçememek lazım. sanırım eşim ve oğlum ile birlikte hayatımın sonuna kadar hayatımda yer alacak insanların başında geliyor :) evlenme fikrini ilk o aşılamıştı bana "sen neden bu kızla evlenmiyorsun" diye :)

peki neden girmiştim TCLL'e? 1 sene takılıp TCLL'in promosyon işlerini almak için :) ama zehir karışınca kana atmak 7 sene sürdü.

bu yazımda size TCLL'de ciddiye almaya başladığım 2 önemli kavramdan bahsedeceğim; AOP ve Roadmap.

gerçekten de sadece bir şirket ya da iş için değil, kendi hayatımız için de 1 yıllık, 3 yıllık, 5 yıllık AOP'lar ve RM'ler yapmamız lazım.

ne istiyoruz hayattan? nasıl bir büyüme hedefliyoruz? nereye varmak, nelere sahip olmak, nasıl yaşamak ve bunlara hangi yoldan ulaşmak istiyoruz?

biliyorum ki önemli olan çalıştığımız şirketin AOP ve RM'inden ziyade kendi AOP ve RM'imiz. bunu asla unutmayın. günün sonunda asıl sorumluluğunuz kendi hayatınız ve ailenizdir. hem bugününüzü, hem yarınınızı buna göre bütçeleyin. hem para hem zaman olarak. bir insanın eşi ile yiyeceği akşam yemekleri, yapacağı haftasonu kaçamakları, pazar sabahı kahvaltıları, çocuğunun büyümesine şahit olması, bunun tadını çıkartması, o küçük ayakları her gün dakikalarca öpüp o minik kahkahaları yaşaması kadar önemli olamaz hiç bir şey.

yarın sahip olacağınız yüksek mevkiler, milyonluk evler, arabalar, bunun CAPEX'i olan bu mutlu anları geri döndüremez. hiç bir aylık gelir bu güzel günlerin OPEX'ini karşılayamaz.

bu sebeple iyi planlayın bütçenizi. ne kazanmak istiyorsunuz, hangi giderlere razısınız? bunu yaparken hangi aksiyonları yapmanız gerekiyor, hangilerini yapmamak daha iyi? hangisine paranız gerçekten yeter? hangisi için harcamanız gereken zamanın gerçek maliyeti ne olacak?

kişiliğiniz ve kaynaklarınız buna ne kadar müsait?

değerli dostlar, dilerim hepinizin AOP'u her zaman tutar, RM'leriniz her zaman hayata geçer.

tüm hayatınız boyunca tüm BE'leriniz AOP'larınızdan iyi olsun...

2 Aralık 2011 Cuma

Özgüven & Özsaygı


Değerli Eğitmenlerimden Güray Bey'in sohbetlerinden birinde, konu özgüven ve özsaygıya geldi.

son derece önem verdiği bu iki kavram, kişinin önce kendisi ile sonra da hayat ile barışık olabilmesi için çok kritikti. ilk başta sordu sınıftaki arkadaşlara, sizce nedir, tanımlayın bunları diye.

bir çok güzel fikir ve tanım çıktı doğal olarak. ama sağolsun biraz da orijinal (daha samimi bir ifade ile ARIZA) bir tip olduğumu bildiği için bana da söz verdi.

ben de kısaca tanımladım;

Özgüven YAPABİLDİKLERİMDİR. Özsaygı ise YAPAMADIKLARIM.

Değerli Dostlarım,

Bazı durumlar vardır, bedeli ne olursa olsun, size zarar verse bile yaparsınız. ya da sizi bir yere götüreceğini bilseniz bile yapamazsınız.

Değerli büyüklerimden biri ile yaptığım keyifli bir sohbet sırasında bana sordu; "hiç mi korkmuyorsun bunlarla uğraşmaktan, sana ne faydası var, hiç mi endişen yok?"

elbette korkularım ve endişelerim vardı ve hala var. ancak cesaret korkusuzluk değildir. sizi korkutan bir durumda bile tereddütsüz şekilde, kendinizden daha büyük değerler uğruna doğru bildiğinizi yapabilme kabiliyetidir.

"bak boğaç" dedi değerli büyüğüm. "Gladiator filminde bir söz vardır; -win the crowd-. kalabalığı kazanmalısın."

aynı filmin hemen başında bir söz daha vardır, komutan maximus ordularını savaşa sürmeden hemen önce şöyle der; "what we do in life, echos in eternity"

Maksimus, kalabalıkları babasını öldürerek imparator olan adamın elini öperek değil, savaşta ordularının başında kazandığı zaferler ve sonrasında ölüme gönderildiği ormandan kaçıp düştüğü arenada gösterdiği cesaret ile kazanmıştı.

Atatürk'te savaşmayı değil ölmeyi emretmemiş miydi?

işte bu yüzden, yıllarınızı da verseniz, yel değirmenlerini de durdursanız, el attığınız her işi de büyütseniz, eğer YAPABİLDİKLERİNİZİN sonuna gelir ve/veya sizden beklenenleri YAPAMAZ duruma gelirseniz, demir alma zamanıdır.

endişe edecek bir şey yoktur aslında. özgür bir denizci için bir limanın dünyanın en güzel ve en güvenli limanı olduğuna inanmak ve o limanda demirli kalmak büyük bir kayıp olamaz.

bir gün başka bir limanda, hatta daha da güzeli, açık denizlerden birinde görüşmek üzere...

Liderlik üzerine


Selam Dostlar,

her yerde ve her seviyede ahkam kesilen klişe konulardan birine değinmek istedim bu gün. 3000 yıllık uzak doğu kültürünü en çok eleştirdiğim şekilde de olsa hap gibi paylaşmak istiyorum.

ilk kavram; yol.

sanat ile eş anlamlı kullanıldığı gibi pek çoğunuzun telaffuz ederken benimle hafiften dalga geçtiği Jitsu kelimesinin anlamı da yoldur.

inanmak zor ama Ju Jitsu "gentle, supple, flexible, pliable, or yielding path" anlamına gelir.

bu noktada hayatı bir yola ve bu yolu da bir daireye benzeten "Ensō" (enzo) konusuna da değinmek gerekiyor.

Aynı zen budistleri gibi, kılıç sanatçıları da sanatlarını geliştirebilmek için uzun fırçalarla "kaligrafi" yaparlardı. ömürleri boyunca büyük kumaşlara siyah mürekkeple güzel yazılar yazar ve mükemmelleşmeye çalışırlardı. bu bilek gücü ve kontrolünü geliştirmek için çok iyi bir egzersizdi.

bu savaş sanatı üstatları sağ kalır, kemale ererler ve "yolun sonuna" geldiklerine inanırlarsa, kılıçlarını ve fırçalarını bırakmadan önce yaptıkları/çizdikleri son eser de işte bu Enzo idi: tek bir fırça darbesi ile çizilen bir daire. bu daire hayatı simgeler ve hayatın sonuna geldiğinizde aslında başladığınız yere döndüğünüzü ifade ederdi. bu arada tek bir darbe ile düzgün bir daire çizebilmek de oldukça zordur ;)

bir başka deyişle hayatı, düzgün bir daire üzerinde alınan bir yola benzetirlerdi ve bu daire, aydınlanma, mukavemet, zerafet gibi anlamların yanı sıra evreni de ifade ederdi. ama bence en kısa ve güzel tanımı hayatı sembolize etmesidir.

enzo'nun iki çizilişi vardı; dairenin kapandığı ve kapanmadığı çizimler.

zira yolun sonuna geldiğini zannetmek ya da buna inanmak aslında çok iddialı ve arogan bir tavır addedilirdi. enzoyu kapalı çizen ve yolun sonuna geldiğini zannedenlere, kendini beğenmiş, hayatı anlayamamış ve hayattaki yerini idrak edememiş kişiler olarak bakılırdı.

ikinci kavram: Sensei

"sen" kelimesi "önce", "sei" kelimesi ise "yaşam" ya da "doğum" anlamına gelir. yani uzak doğu savaş sanatları ya da sporlarında gerçek bir lider olan "eğitmen" ya da "öğretmen" statüsüne verilen ismin anlamı, "senden önce doğmuş" ya da "senin gitmek istediğin yoldan senden önce geçmiş" kişi demektir.

ama tabii ki gerek olan şart yeterli değil. tanım olarak sensei'de olması gereken özellikler; sensei'nin ilham veren, yürekten saygı duyduğunuz halde yanında kendinizi rahat hissettiğiniz, ihtiyaç halinde rahatlıkla "kendiniz için" yardım isteyebileceğiniz (uzak doğuda kişini kendisi için yardım istemesi son derece utanç verici bir duruma düşmesi anlamına gelirdi) bir kişilikti.

öğrenci seçen, öğrencilerini bir araç olarak gören veya egolarını öğrencileri üzerinde tatmin eden ve her fırsatta kendi üstünlüğünü vurgulamaya çalışlan kişiler hemen dışlanır ve bu ünvanlarını kaybederlerdi.

sensei'den beklenen, kişilerin güçlü ve zayıf yönlerini "geliştirmeleri" değil "KEŞFETMELERİNE" ve bununla yaşamayı öğrenmelerine yol göstermekti.

en önemlisi ise, bir başka yazımda bahsettiğim gibi, tüm teknikleri ve kalıpları öğrenmiş bile olsa sensei'nin eğitimi artık minderdeki en zayıf öğrencidir.

bir başka deyişle sensei öğrenci seçmez. kendisine sadece güçlülerden oluşan bir okul ya da ekip kurmak peşinde koşmaz. o, bir şekilde üzerinde durduğu minderdeki öğrencileri eğiten ve en zayıf olanlarla bile zafer kazanabilen kişi olmalıdır.

işte gerçek liderlik de budur.

eğer arkanızdan gelen kişiler size "başkası tarafından verilmiş otorite"yi değil, kayıtsız şartsız sizi takip ediyorlarsa liderim diyebilirsiniz.

onlara sadece "iş" ya da "emir" değil, "güven" ve "değer" de verebiliyorsanız, sizi birileri sensei yaptığı için değil, o yoldan onlardan önce geçtiğinizden ötürü onlara yol açabiliyorsanız, kısaca sensei olabilmek için değil, zaten önden gittiğiniz için takip ediliyorsanız liderim diyebilirsiniz.

lider olunur mu, lider doğulur mu gibi post modern tartışmalara da böylece en güzel cevap herhalde 3000 yıllık eğitinin kendisinden geliyor.

Liderlik öncelikle doğru dürüst ve bağımsız bir birey olarak başkalarının da geçmiş olduğu bir yoldan geçerken, ardındaki kişilere yol gösterebilme, onlara şevk ve ilham verebilme ve en önemlisi "başkası tarafından verilmiş otorite" ile değil, "özgüveni ve özsaygısı" ile bunu yapabilmesidir.

liderlik yerini ve zamanını bilmekle, sabır, sorumluluk ve tevazu ile taşınan bir değerdir.

12 Ekim 2011 Çarşamba

Değişmek mi? 10. köyü de buluruz...

Evrende insan neye değer verir? neden değer verir? hiç düşündünüz mü? aslında ne değerlidir?

aile? sağlık? dostluk? dürüstlük? mevki? güç?

peki bunlara hayatınızda ne kadar yer veriyorsunuz? günde 2 saat? haftada 1 gün?

peki daha önemli olan ne? daha değerli olan?

hadi son soruları geçelim, ilk soruya dönelim.

evrende değerli olan (insanın değer verdiği) şey nadir olandır. doğası gereği. en basitinden altın, elmas, pırlanta, deniz gören bir ev, az sayıda üretilen şeyler, güzellik, vs.

yani ne kadar nadir, o kadar değerli. ne kadar "en" o kadar iyi.

bu teoriyi kabl edersek, en değerli şeyin en azından kendi evrenimizde TEK olan ve ASLA DEĞİŞMEYEN bir şey olması gerekir.

işte aile burada devreye giriyor. bir insanın kaç annesi, kaç babası, kaç eşi, kaç evladı, kaç kardeşi, kaç gerçek dostu olabilir? kaybedilen sağlık, geçen, kaybedilen zaman yerine konabilir mi? anneniz, babanız, evladınız başkası olabilir mi?

bunlar değişebilir mi hiç? ASLA !!!

bir başka gerçek ise; evrende hiç bir şey yok olmaz ama her şey DEĞİŞİR.

bu iki durumda anlıyoruz ki teorik olarak en değerli şey, aslında HİÇ DEĞİŞMEYENDİR.

işte bu yüzden dostlar, her zaman kendi muhakemenize güvenin. ASLA DEĞİŞMEYİN. gelişim alanı diye önünüze pişirilip konan şeyler, evrendeki herşey gibi sürekli değişenlerin asla kabul edemedikleri bazı değerleri YOK ETME çabalarıdır.

bu yüzden rakamları değil olayları, gerçekleri değil iftiraları, değerleri değil çamurları tercih edenler, tercih ettikleri ortamın içinde kalmaya ve hak ettikleri sahteliklere mahkumdur. bunlar belki de ölene kadar kendilerini alkışlarlar, alkışlatırlar. bir de kendileri gibileri.

Fikirlerinizin ve aksiyonlarınızın değişmesi, DEĞERLERİNİZİN değişmesi demek değildir. bunlar tabii ki değişebilir ama sadece YENİ bir bilgi ışığında. sakın zaten bildiğiniz bir şeyi size sürekli söyleyerek manipüle edilmeye izin vermeyin.

bu bilgi ise lütfen gerçek ve güvenilir olsun. EMİN olun. %1 şüphe etmeyin. edecekseniz, emin değilseniz de düşüncelerinizi ve duruşunuzu değiştirmeyin. bu kadar zayıf, saf olmayın.

yani sakın değişmeyin dostlar. sizi böyle sevenler sizi asla terketmeyecek ve size asla ihanet etmeyecek. sizi sevmek ya da kabul etmek için değişmenizi isteyen olursa da işte en çok bu insanlardan uzak durun. zira bunlar sizden rahatsız olanlardır. sizi benimsemeleri, aralarına almaları imkansızdır.

zira sizden istedikleri, asla sahip olamadıkları ve olamayacakları değerlerinizi yok etmenizdir.

sizde bunları görüp kendilerini kötü hissetmemek için.

yani sizin için değil, kendileri için.

fiyatı olan her şey ucuzdur. fiyatı olan şeylere sahip olmak için sürekli değişenlere uymayın siz. bu uğurda gerçek değerlerinizi ihmal etmeyin. birileri istedi diye girdiğiniz kabın, kalıbın şeklini almayın.

yani siz değişmeyin dostlar. kalıpları kırın. NE PAHASINA OLURSA OLSUN...

;)