tekrar selam Dostlar,
sanat konusunda da ahkam keserek başlayalım;
sanatın tanımı nedir? başat biçimci, kurumsal, neo-wittgenstein gibi bir çok tanımı var sanatın. ama bana ilk başlarda en uygun geleni sanatın, duyguların (ve düşüncelerin) dışa vurumu olduğu görüşü idi. gerçektende ne/kim için yapıldığını da bir kenara bırakalım, resim, müzik, heykel, edebiyat, tiyatro, dans, mimari ya da sinema, sanatçının amacı bir mesaj vermek, bununla ölümsüzleşmek değil midir?
bana ilk başta yakın gelen, 1938 tarihli "sanatın ilkeleri" adlı kitapta yer alan dışa vurumcu görüşün bile sonraları yetersiz bulunması, sanat ve zanaat ayrımı ve diğer polemikler beni başka bir noktaya getirdi. özellikle İTÜ'de okurken seçmeli ders olarak aldığım sanat tarihi derslerini ve bunları tartıştığımız taşkışla'nın muhteşem havasını hala büyük bir keyifle hatırlıyorum.
bu gün görüyor ve anlıyorum ki sanat aslında iletişimdir. bu gün bir başka alanda profesyonel olarak faaliyet gösterdiğim telekom sektöründeki var oluşum belki bunun bir yansımasıdır. zira hem sanat, hem reklamcılık, farklı seviyelerde, doğduğumdan beri içinde olduğum iki kavramdı.
gerçekten de ister sanatçı, ister zanaatçı olsun, icracı ya da yaratıcı, aslında duygu ve/veya düşüncelerini, erkini ve kudretini en mükemmel şekilde dışa vurmak, mesajını iletmek, imzasını atmak, anlaşılmak ve hatta takdir edilmek ister.
bütün dinlerin kaynağı ve varoluşun sebebini bile biraz derin düşünüreniz bu görüşte bulabilirsiniz. yaratanı varolan en büyük sanatçı olarak kabul edemez miyiz?
bu bakış açısı ile aslında iletişimin ve sanatın tam bir yumurta-tavuk ilişkisi içinde olduğunu da görüyoruz.
bu durumda bir sanatçının bir iletişimci, bir iletişimcinin de bir sanatçı olduğunu ya da olması gerektiğini söylemek yanlış olmaz.
ailemin sanatla olan yolculuğuna kısaca değinmek gerekirse; rahmetli anneannemin bir kaç kez basılan oto-biyografisi ile resmiyet kazanan yazarlığı, bir parçası olmaktan gurur duyduğum Kocamemi ailesindeki sayısız ressam, yazar ve şairler, bir önceki nesilde mimarsinan'dan mezun olan teyzem ve burada tanışıp evlendiği rahmetli eniştem, onların şimdi bir ajans ortağı olan grafiker oğlu, Istanbul'un ilk reklam ajanslarınan birinin kurucusu olan babam, bir başka ajansta çalışmakta olan sevgili kardeşim, bir müzisyen olma potansiyelini heba eden, zamanında 3 enstürman çalan annem...
biraz daha geriye gidince hem sanat, hem siyaset, hem tarihle iç içice bir aile. Osmanlı'nın ilk maarif nazırı (Eğitim Bakanı) olan, anneannemin büyük büyük dedesi olan Abdurrahman Sami Paşa aynı zamanda şair, 7 oğlundan biri olan Sami Paşazade Sezai ilk türk romancı, diğer (bizim büyük dedemiz olan) oğlu kendisi gibi maarif nazırı olan Albullatif Suphi Paşa ve onun oğlu Cumhuriyetin ilk milli eğitim bakanı GSL mezunu Hamdullah Suphi Tanrıöver. Hamdullah Suphi, aynı zamanda ilk Türk nümismatıdır. aynı zamanda Türk Ocaklarını kapandıktan sonra tekrar açmış ve 34 yıl başkanlığını yapmıştır. ilginç bir hikayesi vardır.
yakın tarihimizde ailemin yerine kısaca değinmekten başka detaya girmeyeceğim. kendi araştırmalarım, aile fertlerimin yazdığı yakın tarihle ilgili kitaplar, onlarla ilgili yazılan kitaplar ve yayınlar ve diğer konular da şimdilik bu kadarla kalsın. ararsanız rahatlıkla bulursunuz.
peki ben ne yaptım sanat adına?
babamın GSL'den sınıf arkadaşı olan, hem Beşiktaş hem Kadıköy Konservatuarlarında gitar hocalığı yapan, hocaların hocası olarak da bilinen, senelerce konservatuarlarda kitapları ve metodları okutulan rahmetli Ertan Birol ile 3 yıla yakın bir süre birebir çalışma şansı yakaldım. kendisi ile klasik gitar ve flamenko çalışırken, bir başka üstat, yine GSL'den aynı dönemden Afif Tekir ile de latin ritmleri çalıştım.
yatılı okul, zaman bol. 3 yıl boyunca haftada 4-5 gün, günde 2-3 saat çalışmak, beni hızla iyi bir seviyeye getirdi. ilk senemi doldurduğumda, ilk "GSL kültür şenliği"mde, ilk klasik gitar konserimi verdiğimde sene 1989'du. Sevgili Ufuk ile beraber sıra ile sahne aldık ve ilk finalim "Adelita" ile oldu.
daha sonra çeşitli gençlik ve sanat festivallerinde, bir çok lise ve üniversitenin yanı sıra Maçka G Anfisi, CRR, CKM, Aya İrini gibi sahnelerde de solo klasik gitar konserleri verdim. bence bizim neslin en iyi klasik gitaristi sevgili Özgür Arıca ile defalarca sıra ile aynı sahneyi paylaştım. 20'yi aşkın konser verdim.
bu konserlerde, dünyaca ünlü gitaristlerin neredeyse tamamının CD'lerinde yer alan Francisco Tarrega'nın La Grima, Adelita, Marieta gibi mazurkalarının yanı sıra, Recuerdos de la Alhambra ve Capricio Arabe gibi eserlerini, Scarlatti'nin sonatlarını, Barius'un Cathedral'ini, Bach'ın bir çok eserinin yanı sıra aslında keman için yazılmış olan G minor Fugue'ü gibi oldukça ileri seviye eserlerini, ve hatta son konserlerimden birinde Carlo Domeniconi'nin muhteşem eseri Koyunbaba'yı da baştan sona icra etmeye çalıştım. parçanın hikayesi çok ilginçtir, bir gün yazarım. Bach'ın G Minor (D minor'a transkripte edilmiş olan) Chaconne'una da kafayı taktım, 2 yıl çalıştım ama maalesef bitiremedim. o dönemde dünyada (bilinen) sadece 3-4 gitarist bu eseri konserde çalabiliyordu.
bir konser kaydım bile vardı ama maalesef kaybettim.
ancak zaman beni bir yol ayrımına getirdi. lisenin 4 yıl olduğu o dönemlerde, 1990 senesi lise son sınıfa geçerken öyle bir seviyeye gelmiştim ki, sadece pratiğimi koruyabilmek için bile günde 2 saate yakın egzersiz yapmam gerekiyordu. zira konservatuara fark derslerini vererek girmeyi istiyordum. ama ÖSS ve ÖSYS zamanı da gelmişti ve o da çok yoğun çalışma gerektiriyordu.
ve bir karar vermem gerekti.
daha o zamanlar hayatla ilgili hedefimi, mutlu ve huzurlu bir aile kurmak olarak koymuştum. sistemin gereklerini farkedecek yaştaydım ve maalesef gitarla karın doymuyordu o zamanlar. 80'li yıllar ve popüler trendler maalesef sanat ve sanatçıyı uzun süre aç bıraktı. hala Barış Manço'nun youtube'daki 82 senesi klibi dönenceyi seyreder, o zamanların o muhteşem kurtalan ekspress'inin üyeleri ve o dönemin muhteşem gerçek sanatçıları ne yer, ne içer, ne yaşar merak ederim. ben de mecburen gitarımı bir kenara bıraktım ve sınavlara odaklandım. sonrasında da bir daha müzik konusunda ilerleme şansım olmadı.
Ama hem konserlerimdeki başarı, hem de Ertan Abi'nin artık yetişememesi sebebi ile bana yönlendirdiği öğrenciler sayesinde daha uzun yıllar giriş ve orta seviyesinde klasik gitar, solfej ve sınırlı bir seviyede armoni dersleri verdim. hatta komiktir, ismini yazmayacağım ama meşhur popçu gruplardan birinin dersanesinde eğitmenlik yaptım, uluslararası çapta ün yapmış bir popçumuzdan teklif aldım. George Moustaki ile birlikte kısacık bir sahne deneyimim oldu. Moustaki'nin o gün çaldığı ilk gitarım olan Antonio Sanchez hala bendedir, hala çalarım.
Sanatla olan ilişkim tabii ki bu kadarla sınırlı değil. senelerce severek uğraştığım hobilerimden birisi de maketçilik.
yakın tarih olan ilgimin bir çok sebebi vardır. bunlar iç içedir. mesela en çok sevdiğim sinema filmleri arasında, savaş sanatlarına da olan ilgimle yakın alakalı olarak savaş filmleri var. tarihteki neredeyse tüm önemli savaşları öğrenmeye, anlamaya çalıştım. ama maketçilik adına da en güzel makineler WWII uçak, tank ve gemileri idi.
bu gün öyle sanıyorum ki Türkiye'deki en büyük WWII savaş uçakları koleksiyonuna sahibim. maalesef henüz büyük bir kısmını yapamadım ama 20'nin üzerinde WWII savaş uçağı maketi yaptım. bunlar, tüm detayları ile uçtukları gibi ve hatta yarışmaya katılacak detay ve seviyede yapıldı. 100'e yakın uçak da yapılmayı bekliyor. bunlar alman, amerikan ve ingiliz uçakları. bir gün biterlerse başta japon uçakları olmak üzere (ki 2 tane zero yaptım) diğer WWII uçaklarına da gireceğim.
bu maketlerin bazılarının resimleri facebook sayfamda yer alıyor.
şimdi de sinemaya olan ilgime de değinmek istiyorum. sinemaya olan sevgim yine GSL'deki güzel sinemacı abi ve kardeşlerimden geliyor. o zamanlar ne DVD, ne ev sineması. sadece betamax kasetler, maks 70 ekran TV'ler, ses sistemi falan yok. ama Tevfik Fikret Salonu muhteşem. sene sonu geleneksel kültür şenliğimiz için en güzel filmleri kapıp getiren, gösteren ve arkasından da yönetmeni, oyuncusu, prodüktörü ile söyleşisini yapan bir ekip. Rahmetli Yetkin abinin ruhu şad olsun.
hiç unutamam, festivalde o zamanların en güzel filmlerinden Muhsin Bey ve akabinde Şener Şen, Uğur Yücel ve Yavuz Turgul ile söyleşi. tabii bunun için sinema ekibi ile birlikte bizden 2 dönem büyük sevgili Mehmet'in (Turgul) de emeği büyük ;)
aynı dönemde yine iz bırakan bir başka GSL kültür şenliği filmi; cinema paradiso.
1998'de ev sineması olayı ayağa kalkmaya başladığında ilk defa basit bir sistem kurdum odama. 70 ekran bir TV, bilgisayar ve creative'in 5.1 ses sistemi (350 USD falandı)
sonrasında 2001'de kendi evime çıktığımda 200 kadar filmim vardı. ama ilk hi-tech sistemimi kurmuştum. ilk denonlarım ve halen kullandığım Focal'ler, bence hala en iyi A/V ev sineması sistemleri. bu evde geçirdiğim 10 yıl, bu sisteme tek ilave TV tarafından geldi. ilk Full HD 55" geldiğinde bir çok filmi tekrar izledim. bu arada film arşivimdeki filmler de 5000 adedi aşmıştı.
bu gün artık filmlerimizi Denon'un 4810 A/V receiver'ı (11.3) üzerinde çalışan 3D Full HD wireless bir projektör ile 130" bir ekranda seyrediyoruz. her türlü müzik, resim ya da diğer içerikleri kablosuz şekilde tüm evde paylaşabilmek, telefonlar ve tabletleri bunlarla konuşturabilmek işin teknolojik parayla satın alınabilen tarafı.
asıl önemli olan arşiv.
zira bu arşivde sadece popüler sinema filmleri ve IMDB top 250 filmleri yok. 1998'de başlayan maceranın bu günkü sahnesinde, gördüğünde Sinan Ç'i bile kızdıran bir koleksiyon oluştu artık. özellikle criterion collection serisinin 600 küsur filmi, eksiksiz şekilde yer almakla kalmıyor. bunların tamamı first print, OOP parçalar. ilk 400'ü bir kaç sene önce amerika ebay'de 40.000 USD'ye giden, dünya sinemasının gömülü hazinelerini, ödüllü festival filmlerini de içeren bir koleksiyondan bahsediyorum ki Türkiyede eksiksiz bir CC serisi en fazla bir elin parmakları kadar insanda bulunur. zira bazı first printler tüm dünyada sadece bir kaç yüz tane basıldı, ebay'de 3000 USD'ye giden filmler oldu.
peki neden alıyorum bu filmleri? indersene be adam?
çünkü amaç sadece filmleri seyretmek değil. bir filmin tüm materyalleri, hikayesi, kamera arkası, yönetmenin kurgusu, röportajlar, anlaşılamamış noktalar, cevapsız sanılan soruların cevapları ve en önemlisi artwork'ler. şimdi bir de BD live ile interaktif özellikler geldi.
sinemanın güzel taraflarından birisi de, ilgili coğrafyanın tarihini, ruhunu ve gerçeklerini en güzel şekilde aktarabilmesidir. mesela 70'li yıllarda çekilen eski istanbul filmlerindeki güzellik biraz da bundan değil midir?
Dolayısı ile tarihi bize taşıyan en değerli ve en gerçek belgeler, sinemanın da arasında bulunduğu bu sanat eserleridir.
sadece sinema adına; mesela yeni dalga (nouvelle vague) yönetmenlerinin birçoğu dönemi değiştiren toplumsal ve siyasi değişimlere filmlerinde yer vermiş; kurgu, görsel biçim ve sinematografik anlatımlarındaki farklılıklarla muhafazakar paradigmadan kesin bir kopuş sergilemişlerdir. Yeni Dalga yönetmenlerinin çoğu film eleştirmenliğinden gelmektedir. Her film yeni bir roman gibi tüm uylaşımlardan bağımsız bir şekilde oluşturulur. Her film ayrı bir sanat manifestosu, ayrı bir sinema kuramı gibi oluşturulmuştur.
işte bunları internetten okumak yerine özellikle Truffaut ve Godard'dan dinlemek, ayrı bir güzellik.
belki de bu koleksiyon, sevgili kardeşim Billur'un da Notre Dame de Sion'dan sonra Fransa'ya gidip sinema okumasına, 3 yılda ünversiteyi bitirmesine, sonrasında bir çok büyük yapımda görev almasına ve şu an bir ajansta çalışmasına sebep olmuş olabilir.
bir başka konu da resim ve edebiyatın buluştuğu çizgi romanlar.
çizgi romanlar aslında bölgesel özellikler gösterir. her kültürün bir alt egosu olarak karşımıza çıkar ve kendi kahramanlarını yaratır. avurpalı çizerlerin başta Zagor, Teks ve Mister No ile western'e liderik etmesi, amerikalıların ise süper kahramanlar fabrikasının işçileri olması bunu göstermez mi?
ben size tek bir örnekle bu iki farklı coğrafya ve kültürün nasıl bağlandığını, sanatın evrenselliğini ve sanatçının okyanusları nasıl geçtiğini göstermek istiyorum.
60'lı yıllarda başlayan ve günümüzün en çok sevilen çizgi roman kahramanlarından zagor'un bilinen en keyifli maceraları, sıklıkla karşımıza çıkan dostları ve düşmanları ile ilgilidir. bunlara uzun uzun girmeyeceğim. ama italyan yazar Ferri'nin amerikalı kahramanı zagor'un korku türündeki klasik maceralarına bakarsanız, ilk kez 35.ciltte karşımıza çıkan vampir baron bela rakosi'nin tipi, 1931 Universal yapımı Dracula'yı oynayan Bela Lugosi ile aynıdır. isimleri bile benzer.
aynı stüdyonun 1941 yapımı wolfman'i ise, aynı görüntü ile yine 5. cildinde zagordadır. filmde yer alan Prof. Talbot, aynı isimle zagorda kurtadamın kendisidir.
yine aynı stüdyonun 1954 yapımı creature from the black lagoon'u da 68.ciltte karagölün canavarı olarak çıkar karşımıza. tamamen aynı görüntü, aynı figür ile. Zagordaki bir başka yaratık Molok ise, frankenstein'ın neredeyse aynısıdır.
Amerikan yapımı iyi tanıdığımız diğer çizgi kahramanlardan ülkemizde de en popüler olanları ise kızılmaske ve mandrakedir. ben nedense örümcek adam ve süpermen'ci olamadım hiç.
çok övündüğüm koleksiyonlarımdan biri de işte bu çizgi romanlardır. 70-80'li yıllara damgasını vuran bu 5 seri haricinde gordon, mini ringo, redkit, tintin ve asteriks'in de orjinal tam takımları, oldukça iyi bir kondisyonla çalışma odamda yer almaktadırlar.
bu çizgi romanlar sayesinde, mesela kuzey amerika yerlilerinin kabilelerini ve yaşamlarını, 19.yy amerikan tarihini, 1960'ların güney amerikasını, aynı dönemlerin afrikasını ve bunlarla ilgili bir çok ilginç hikayeyi keyifle öğrenme imkanı buldum. zira bu eserleri yaratanlar, hikayelerini yazmadan önce bir gazeteci gibi çalışır ve bir çok zaman gerçeklere dayanırlar.
bir sonraki yazımda da işte bu birikimlerim üzerine sadece ailemde yaşayan 3 ajans sahibi/mensubu kişinin değil, bir şekilde yolumun kesiştiği mesleğim, öncesindeki gazete-dergi-TV maceram, 2 yıl çalıştığım babamın ajansında yaşadıklarım ve kendi iletişim/reklamcılıkla ilgili hikayemi anlatacağım.
ya da şöyle diyelim; iletişimle ilgili ahkam keseceğim...
1 Ocak 2013 Salı
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder